Esreften Esfele bolum 1

Eşreften Esfele (Muhbirler)
1. BÖLÜM
Tek minareli mahalle camii tıklım tıklımdı. Çocuk, genç, yaşlı, kadın  demeden her yaşta insan cuma namazı için bu camiye akın etmişti. Cami  iki katlıydı. Asma kat balkon gibi olup oraya ayrı bir kapıdan  giriliyordu. Cuma namazı ve teravihlerde asma kata bir perde gerilerek  kadınlara tahsis ediliyordu. Caminin büyükçe bir avlusu vardı ve bu  avluya biri batı, diğeri güney tarafından iki kapı ile girilebiliyordu.  Avlunun kuzey tarafında bulunan duvardan içeriye bir metre genişliğinde,  duvar boyunca toprak dökülmüş ve buraya yeni olduğu anlaşılan fidanlar  ve çiçekler dikilmişti. Camiye girerken önce iki metre genişliğinde bir  hol göze çarpıyordu. Hole ayakkabılıklar dizilmişti. Sol tarafta ise bir  su soğutucusu bulunuyordu. Holden sonra çift kanatlı bir kapıdan  caminin içine giriliyordu.
 
Ezanın okunmasına yarım saatten fazla bir zaman kalmasına rağmen  caminin iç tarafında oturacak yer kalmamıştı. Bu yüzden yeni gelenler  holde oturmaya başlamışlardı. Ezana doğru avluda da oturacak yer  kalmayacaktı, çünkü son bir yıldan bu yana camilere giderek artan  rağbet, özellikle cuma namazlarında insanların avlu dışına taşmasına  sebebiyet veriyordu. Camiler yavaş yavaş eski fonksiyonuna kavuşuyordu.  İslam’da özellikle cuma gününün değişik bir anlam ve önemi vardı ve bu  da kendisini cuma namazlarında bariz bir şekilde gösteriyordu. Cuma günü  müslümanlar arasında bayram olduğu gibi, camiler ve mescidler için de  bayramdı. Onlar da hasret duydukları insanlara kavuşuyor, cemaatlerine  manevi bir bayram hazzını yaşatıyorlardı.
 
Caminin böylesine kalabalık oluşu ve safların arasında beyaz  takkeleriyle çocuk ve gençlerin gözle görülür belirginliği, özellikle  yaşlı insanlara son derece büyük bir keyif veriyordu. Cuma namazlarının  ayrılmaz ikilisi ve cami cemaatinin müdavimlerinden Sofu Ömer ile Ali  dayı da bu manzaranın lezzetini çıkaranlardandı. Aralarında sessizce  konuşuyorlardı:
 
“Hele bu çocuklara, bu gençlere bak Ali dayı! Sana üç yıl önce;  ‘çocuklar, gençler, her yaştan insanlar camiye akın edecekler’ diye  söyleselerdi inanır mıydın?”
 
“Rüyamda görsem inanmazdım Sofu Ömer. Şimdi ölsem de artık gam yemem.”
 
“Bunların hepsi Allah’ın işi Ali dayı. Allah kendi dinini hiçbir  zaman sahipsiz bırakmaz. Daha bir yıl öncesine kadar cuma namazında  birkaç safı geçmezdik. O da hep benimle senin gibi yaşı geçkin, miskin,  ölümü bekleyen insanlardı. Ama şimdi... Hele şimdi şu manzaraya bak!..”
 
Sofu Ömer bunları söylerken duygulanmış, sesi titremişti. Ak  sakallarına birkaç damla yaşın düşmesine engel olamadı. Ali dayı da onun  duygularını paylaşarak cevap verdi.
 
“Haklısın Sofu Ömer, haklısın... Bunun için Allah’a ne kadar hamd  etsek azdır. Ben sanıyordum ki kalan birkaç ihtiyar da dünyadan göçüp  gittikten sonra artık camilere kilit vurulacak. Allah her şeye kadirdir.  İnsanlara hidayet yollarını gösteren O’dur.”
 
“Benim torunlarım da camiye gidiyorlar. Onları bir görsen, ne güzel  Kur’an okuyorlar... Camiye gitmeden önce yaramaz, haylaz, saygısız  çocuklardı. Şimdiyse tam tersi olmuş. Sanki o çocuklar gitmiş, yerine  sahabe çocukları gelmiş...”
 
“He ya Sofu Ömer, he ya!... Bilmez miyim? Benim torunlarım da  seninkiler gibi... Hem sadece Kur’an okumakla kalmıyorlar, İslam’ın  esaslarını da öğreniyorlar. Benim sekiz yaşında bir torunum var, dün  akşam yanıma gelip: “Dede, sana Peygamber Efendimiz’in (SAV) hicretini  anlatayım mı?” dedi. Ben de büyük bir iştahla ona anlattırdım. Allah  seni inandırsın, neredeyse benden daha iyi biliyordu. Bir de o çocuk  diliyle anlatımı yok mu?.. O anlatınca sevinçten ağladım... Ben onun  yaşındayken belki de Efendimiz’in (SAV) ismini bile bilmiyordum.”
 
“Bunların hepsini önce Allah’a, sonra da kendilerini İslam’a adayan  bu gençlere borçluyuz Ali dayı... Camiyi cami yapan, çocuklarımıza  dinlerini, diyanetlerini, abdest ve namazlarını, Allah’ın kitabını  öğreten onlardır. Hem de karşılığında bir şey beklemeden canla başla  çalışıyorlar. Bizim yapamadığımızı onlar yapıyorlar. Bende kesin bir  kanaat oluşuyor ki, bütün bunlar Allah’ın apaçık bir yardımından başka  bir şey olamaz. Sence de öyle değil mi Ali dayı?”
 
“Haklısın vallahi... Başka ne denilebilir ki?.. Yoksa bu değişim  birden bire nasıl olabilirdi? Allah’ın yardımından başka buna izah  getirecek bir açıklama bilmiyorum.”
 
“Ama buna rağmen onları arkalarından çekiştiren bazı kötü niyetli  insanlar yok değil... Diyorlar ki ‘Bunlar Hizbullahçıdır, çocukların  beyinlerini yıkıyorlar, onlara kötü şeyler öğretiyorlar.’ Sanki  Hizbullah kötü bir şeymiş gibi...”
 
“Haklısın... Bunları ben de duyuyorum.”
 
“Ali dayı, Kur’an-ı Kerim’de iki yerde ‘Hizbullah’ lafzı geçiyor.  Bunların birisi Maide Suresi 56. Ayet, diğeri de Mücadele Suresi 22.  Ayet-i kerimesidir. Bende hafıza kalmadı ki sana bu ayetleri ezberden  söyleyeyim. Yaşlılık işte!.. Ama hatırladığım kadarıyla bu her iki  ayette de Hizbullah olanların, yani Allah taraftarı olanların  özellikleri veriliyor. Ben bu gençlere baktığımda hakikaten onların bu  ayetlerde anlatılan vasıflara uyduğunu görüyorum. Sence de öyle değil  mi?..”
 
“Sana katılıyorum. ‘Hizbullah Cemaati’ denen bir cemaatin varlığını  duyduktan sonra ben de bu ayetler üzerine iyice düşünmüştüm. Bu gençleri  de görünce bu Cemaat’in hak bir Cemaat olduğuna kanaat getirdim. Her ne  kadar onlardan hiçbirisi Cemaat ile ilgisini kabul etmese de, onların  gerçek birer Hizbullah olduğuna inanıyorum. Bu konuda kanaatim tamdır.”
 
“Keşke şimdi ben de onların yaşında olsaydım da, onlarla beraber Allah rızası için çalışsaydım...”
“Nerdee?!.. Bizden geçti Sofu Ömer, geçti... Zamanında ‘bana ne?’ deyip oturduk, şimdi de ‘keşke’ diyoruz.”
“Öyle deme Ali dayı! Yaş geçmiş ama iş bitmemiş. Bizim de kendimize göre yapabileceğimiz şeyler olabilir.”
“Mesela ne?”
 
“Mesela onları, arkalarından çekiştirenlere karşı savunabiliriz.  İnsanlar, bu gençleri koruyan, seven, öven, hareketlerini tasvip eden  bizim gibi yaşlıları görünce, onlara karşı açıktan tavır almaya  çekinirler. Ayrıca tanıdık ve akrabalarımızı, çocuklarını camiye  gönderme konusunda ikna edebiliriz.”
 
“Vallahi doğru söylüyorsun. Benim de aklıma şöyle bir şey geldi.  Bazen onları yemeğe davet edip yalnız olmadıklarını, arkalarında  olduğumuzu hissettirerek daha rahat çalışmalarını sağlayabiliriz.  Mahalleli bizi sevip saydığından, onlar da çocuklarını yavaş yavaş  camiye göndereceklerdir.”
 
“Tamam Ali dayı, anlaştık. Bu günden tezi yok, aynen böyle yapacağız.”
“Tamam, anlaştık...”
 
İkisi de aldıkları bu karar üzerine mutluluk ve kalp huzuru içinde  sessizce zikre dalarak ezanı beklemeye başladılar. Çok geçmeden  müezzinin gönüllere huzur veren ezanı, hoparlörden yankılanmaya başladı.  Camidekiler ezan sesiyle oturuşlarına çeki-düzen verdiler. Ezandan  sonra sünnetler kılındı. Sünnetleri müteakip müezzin, cuma ayeti olan  Cuma Suresi 9. ayetini okuyup salavatlar getirdikten sonra ikinci ezanı  okudu. Ezanın bitimiyle imam minbere çıkıp hutbeye başladı. İmam,  Diyanetin hazırladığı hutbeleri okumaz, okuyacağı hutbeyi kendisi  hazırlardı. Ama her ihtimale karşı da Diyanetin hazır hutbesini cebinde  taşırdı. Her zaman kendi kendisine “burası Türkiye... Ve Türkiye’de bir  insan en küçük bir şikayetle cezaevine girebiliyor veya sürgün  edilebiliyor. Bu yüzden yanımda hazır bulunsun” diyordu.
 
“Muhterem mü’minler!” diyerek gür ve tok bir sesle hutbesine giriş  yaptı imam. Devamla: “Bu haftaki hutbemizin konusu; devlete vergi  vermenin kutsiyeti hakkındadır. Yani Diyanetin vermemizi istediği konu  bu... Muhterem Mü’minler! İnsanların imanları, dinleri, ahiretleri..  tehlikedeyken; insanlar su gibi içki içip fuhuş ve çirkeflik  bataklığında boğulurken; helallerin yerini haramlar almışken ve  helalleri yapanlar sanki haram işliyor gibi ayıplanıyorken; ben bunları  değil de, nasıl ‘devlete vergi vermek kutsaldır.’ diyebilirim?.. Bütün  bu fuhuş ve çirkefliğin kaynağı devlete verdiğimiz vergilerden  kaynaklanmıyor mu?” diyerek uzun uzun helal ve haramlardan; cennet ve  cehennemden bahsederek hutbesini bitirdi.
 
Cemaat epey etkilenmiş, kendilerini imanı yönden takviye olmuş gibi  hissetmişti. Hutbeden sonra cuma namazı kılınmış, ardından Şafiiler  cemaatle öğle namazını, Hanefiler de zühr-i ahir namazlarını kıldıktan  sonra yavaş yavaş dağılmaya başlamışlardı.
 
Fırat da camiden çıkmış, avluda yeni dikilmiş fidanların yanında  arkadaşlarını bekliyordu. Fırat, 22 yaşlarında, düz, siyah saçlı,  yaklaşık 1.78 boylarında, esmer tenli bir gençti. Camiye ilk gelen ve  çocuklara Kur’an dersini ilk vermeye başlayan kendisiydi. Avluda  arkadaşlarını beklediği sırada, 12-13 yaşlarında bir çocuk “Hocam!..  Hocam!” diye koşarak yanına geldi. Başında hâlâ beyaz takkesi vardı.  Uzanıp Fırat’ın elini öpmeye çalışırken Fırat ani bir refleksle buna  mani oldu ve;
 
“Dur Fatih, dur! Ne yapıyorsun?” diyerek elini çekti.
“Elini öpeceğim Hocam!”
“Niçin öpeceksin, ne oldu?”
“Babam öyle istedi Hocam.”
“Baban mı, hani nerede?”
“İşte orada, karşıda duruyor Hocam.”
“Bak Fatih. Sen artık koca bir adamsın. Ben sana el öptürmem. Bunun yerine musafahalaşacağız. Tamam mı?”
Fırat ile Fatih musafahalaştıktan sonra birlikte Fatih’in babasının yanına gittiler. Fırat;
“Cumanız mübarek olsun, Amca” diyerek elini öpmek için uzandı. Ama adam da Fırat’ın az önce yaptığı gibi elini tutarak onunla musafahalaştı.
“Nasılsın Fırat kardeşim?”
“Allah razı olsun Amca, elhamdulillah iyiyim.”
“Ben Fatih’in babasıyım. İsmim Selami... Fatih’in dilinden ‘Hocam’  kelimesi düşmüyor. Seni bu kadar sevdiği için neredeyse seni  kıskanacağım.”
 
“Beni mahcup ediyorsun Selami Amca. Ben de Fatih’i çok seviyorum.  Kendisi çok akıllı, zeki ve terbiyeli bir çocuk... Öğretileni hemen  kavrıyor. Zaten birkaç gün içinde Kur’an-ı Kerim’i hatmedecek.”
 
“Bu senin sayende oldu Hocam. (gülerek) Bak ben de ‘Hocam’ dedim.  Fatih’in bu durumunu görünce içimden kardeşini de göndermek geliyor.  Münasip mi acaba?”
 
“Elbette münasip Selami amca. Yeter ki siz çocuklarınızı camiye  gönderin. Bir de şunu söyleyeceğim Amca. Ben sadece bir müslüman olarak  vazifemi yapıyorum. Öğrenmek ve öğretmek dinimizin emri...Her müslümanın  ilim tahsil etmesi üzerine farzdır. Bu sadece bizim değil, herkesin  vazifesi. Bu yolda ortaya çıkan başarı ve güzellikler bizden değil,  Allah’tandır.”
 
“Tabii... Elbette... Doğru söylüyorsun.”
“Fatih’in kardeşini İnşaallah bu akşamdan itibaren gönderebilirsin. Bu arada ismini öğrenebilir miyim?”
“İsmi Furkan... Yalnız şimdiden söyleyeyim ki Furkan, Fatih gibi değil. Zeki, ama çok yaramaz.”
“Çok güzel bir ismi varmış. Yaramazlığı için de sen merak etme  amca... Camide onun yaşıtı bir çok çocuk var. Çok daha yaramazlarını  gördük. Allah’ın izni ve yardımıyla hepsi birer pırlanta gibi oldu.  Fatih akşam geldiğinde Furkan’ı da getirebilir Amca.” (Fatih’e  seslenerek:) “Fatih!”
 
“Buyurun Hocam.”
“Kardeşini getirmeyi unutmazsın değil mi?”
“Elbette unutmam Hocam...”
Adam bu samimi hava karşısında duygulandı, ne diyeceğini bilemedi. Sonunda:
“Allah senden ve senin gibi gençlerden razı olsun kardeşim” diyebildi.
“Allah cümlemizden razı olsun Selami amca.”
“Bunun dışında da senden bir isteğim ve bir de ricam olacak Fırat kardeş. Eğer beni kırmazsan çok sevineceğim.”
“Yapabileceğim bir şey ise İnşaallah yaparım.”
“Bizim Fatih dediğin gibi bu günlerde Kur’an-ı Kerim’i hatmedecek.  Bunun için bir mevlit vermek istiyorum. Sen ve arkadaşların bunun  tertibini yaparsanız çok sevinirim. Ben bu işlerden anlamam da...”
 
“Başım üstüne Amca. İnşaallah seve seve yaparız. Evinde mi vermek istiyorsun yoksa camide mi?”
“Sence neresi daha uygun olur?”
“Fark etmez, ama evde olsa daha iyi olur. Hem konu-komşu, dost ve akrabaları da çağırabilirsiniz o zaman.”
“Anlaştık. Şimdi sıra ricamda... İnşaallah bunu da kabul edersin.”
“Dediğim gibi, yapabileceğim bir şeyse seve seve yaparım. Hiç endişen olmasın.”
“Fatih’in hocası olarak ona Kur’an’ı öğrettiğin için sana bir hediye  vermek istiyorum. Ancak ne vereceğimi de doğrusu bilmiyorum. Bu konuda  bana yardımcı olur musun?”
 
Fırat bu teklif karşısında kızardı. Mahcubiyetle önüne baktı. Bir an  ne diyeceğini bilemedi. Adamın saf bir niyetle söylediğini biliyordu. Bu  yüzden kelimeleri hassasiyetle seçerek ona cevap verdi:
 
“Allah razı olsun Amca. Ne ben ne de diğer arkadaşlarım, bu  hizmetimizin karşılığında bir şey istemiyoruz. Biz tamamıyla Allah’ın  rızasını istiyoruz. Bu yüzden senden hiçbir şey almayacağım. Boş yere  kendini masrafa sokma. Şu anda benim için en büyük hediye, Fatih  kardeşimin Kur’an-ı Kerim’i öğrenmiş olmasıdır. Biz hizmetimizin  karşılığını Allah’tan bekliyoruz. Sen bize dua et, yeter. Oldu mu amca?”
 
Adam bu sözler karşısında söyleyecek söz bulamadı. Karşısında duran  gence hayranlıkla baktı. Bu genç yaşında kendisini Allah’a bu denli  adayan birisine ilk kez rastlıyordu. İçinden: “İşte gerçek Allah  dostları, bu ve bunun gibi insanlardır. İman sahibi, şuurlu, İslam’a  hizmet aşkıyla yanan bu gençlere destek olmak, onları koruyup kollamak  da bizim görevimiz herhalde... Çocuklarımızı eğitmek, İslami bilgi,  anlayış, terbiye ve bilinçle yetiştirmek bizim vazifemiz, bizim  sorumluluğumuz olduğu halde, bugün bu görevi onlar icra ediyorlar. İşte  oğlum Fatih buna en güzel örnek değil mi? Kendisini bu kadar kısa süre  zarfında ameli ve bilgi bakımından yetiştirmeleri, yadsınamayacak kadar  önemli... Bu işi ben yapsaydım, şüphesiz bu denli derli toplu ve özenle  yapmam mümkün değildi. Çocuğumun bütün ibadetlerini belli bir bilinç  dahilinde yapması ne kadar da güzel!.. Bu  ona olan  güvenimi artırıyor.  Hele namazlarında gösterdiği hassasiyet beni çok mutlu etmekte. Cami  derslerine başladıktan sonra bana, annesine, büyüklerine gösterdiği  saygıdaki artış, kardeşleriyle ve komşu çocuklarıyla daha uyumlu hale  gelmesi sadece benim değil, herkesin taktirini kazanmasına sebep olmadı  mı? Zaten bir baba evladı için güzel ahlaktan başka ne isteyebilir ki?  Güzel ahlak, onlara bırakacağımız en büyük miras değil mi? Evet, evet...  Fatih’teki bütün bu değişimlerin ve gelişmelerin yegâne müsebbibi bu  gençler ve cami...
 
Allah’ım! Sen bu samimi, fedakâr, bilinçli, mütevazi, hak-hukuk  sahibi gençlerimizi koru. Onların sayısını artırmak suretiyle neslimizi,  nefsimizi her türlü şer güçlerinden muhafaza eyle. Bizlere de böyle bir  şuur ve ihlas nasip et!” diye geçirdi. Bu sırada Fırat’ın Levent ve  Cüneyt adında iki arkadaşı da yanlarına geldi. İkisi birden selam  verdiler.
 
“Esselamu aleyküm.”
“Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuhu. Nerede kaldınız mübarekler? Sizi çok bekledim.”
Cevabı Levent verdi:
“Biz en öndeydik. Cemaat dağılınca müezzinle ayak üstü biraz konuştuk.”
“Ben de burada Selami amca ile biraz konuştum. Kendisi bizim Fatih’in  babasıdır. (Fatih’in babasına dönerek) Amca bunlar da arkadaşlarım  Levent ile Cüneyt. (Arkadaşlarına hitaben) Selami amca bizden Fatih’in  hatmi için mevlit vermemizi istiyor, ne dersiniz?”
 
(İkisi birden)” Hay hay... Çok güzel olur” dediler.
“Tamam o zaman amca... Sen zamanını belirleyip bize bildir. Biz de ona göre hazırlık yaparız.”.
“Oldu hocam.”
“O halde şimdilik bize müsaade etseniz... İnşaallah bundan böyle daha  sık görüşeceğiz. Haydi esselamu aleyküm. Allah’a emanet olun amca.”
 
“Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuhu.”
Üç genç, adam ile selamlaştıktan sonra camiden çıktılar. Hem yürüyor, hem konuşuyorlardı.
“Cemil ile Recep yok muydu? Onları camide göremedim.”
Fırat’ın sorusunu Levent cevapladı:
“İkisi de okuldalar. Okulları buraya uzak olduğu için başka bir camiye gitmişlerdir.”
“Doğru söylüyorsun, bu aklıma gelmemişti.”
Cüneyt konuşmaya girdi:
“Fırat abi bu günkü hutbeyi nasıl buldun? İmam epey dokunaklı okudu hutbeyi... Solumda bulunan bazıları ağlıyordu.”
“Doğru... Ben de fark ettim. Cami de bugün her zamankinden çok daha  kalabalıktı. Allah, dinini gün be gün insanlar arasında yayıyor. Bunu  hepimiz gözümüzle görüyor, müşahede ediyoruz. Yakın çevremizde,  akrabalarımızda, evimizde... Her yerde İslam konuşuluyor, İslam’ın  tezahürleri görülüyor. Cemaat’imizin çalışmaları Allah’ın izniyle  semerelerini vermeye başladı. Bunun için ne kadar hamd etsek azdır.”
 
Cüneyt ile Levent gayr-ı ihtiyari “elhamdulillah” dediler. Üçü de  hemen hemen aynı yaşta olmasına rağmen Fırat’a “abi” diye hitap  ediyorlardı.
 
Fırat, kendisini diğer arkadaşlarına oranla daha iyi yetiştirmiş,  azımsanmayacak bir bilgi birikimine ulaşmıştı. Tavır ve  davranışlarındaki olgunluk, arkadaşlarıyla ilişkilerindeki samimiyet,  fedakârlık, ona yaşının çok üstünde bir rol, bir kimlik kazandırmıştı.  Arkadaşları ona duydukları saygıdan ötürü hitaplarında “abi” lafzını  kullanırlardı.
 
Fırat tekrar her ikisine hitaben;
“Akşam herkes camide olsa iyi olur arkadaşlar. Recep ile Cemil’e de haber verebilseydiniz iyi olurdu” dedi. Levent:
“Ben Cemil’e haber veririm” dedi. Cüneyt de:
“Tamam. Ben de Recep’i görürüm. Evimiz birbirine yakın” dedi.
“Tamam o halde. akşam görüşürüz İnşaallah... Şimdilik Allah’a ısmarladık. Esselamu aleyküm.”
İkisi birden:
“Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuhu” dediler.
 
Fırat ayrı bir yöne, Cüneyt ve Levent de ayrı bir yöne doğru  yürüdüler. Fırat arkadaşlarından ayrıldıktan sonra kendisine tebliğ  yaptığı eski bir arkadaşına uğramış, onunla uzun uzadıya sohbet etmişti.  Bu görüşme çok faydalı geçmiş, arkadaşının bilgisizlik nedeniyle  rahatsız olduğu yeniden dirilme, hesap günü, cennet-cehennem, ahiret ve  Allah’ın varlığı gibi akidevi pek çok konuyu konuşmuştu. Fırat bilgi  birikimiyle, arkadaşının tüm sorularına cevap vermiş, şüphelerini izale  etmişti. Arkadaşının kendi kendine okuması ve araştırması için ona  Risale-i Nur’u tavsiye etmişti. Fırat sohbetin sonunda arkadaşına:
 
“Sen daha camiye başlamayacak mısın?” diye serzenişte bulununca, arkadaşı:
“Beni meşgul eden, evhamlara sokan bu sorulara cevap arıyordum. İyi  ki geldin. Şu anda kendimi daha rahat ve huzurlu hissediyorum. Kısmet  olursa yakında camiye de başlayacağım. Yalnız ara sıra bana uğramayı  ihmal etme” diye cevap verdi.
 
Fırat, bir insana daha İslam’ı anlatmanın mutluluğunu, huzurunu ve  gönül rahatlığını yaşıyordu. İkindi namazını arkadaşının işyerine yakın  bir camide birlikte kıldılar. Fırat bir müddet daha orada oyalandıktan  sonra vedalaşarak ayrıldı. Fırat kendisini kuş gibi hissediyordu. Yolda  yürürken kendi duyacak şekilde bir Hadis-i Şerif’i mırıldandı.  “Resulullah (SAV), Hz. Ali’ye (R.A.) hitaben şöyle buyurdu: ‘Ey Ali!  Senin elinden birisinin hidayete ermesi, senin için bir vadi dolusu  kızıl tüylü deveden daha hayırlıdır.’ Evet, doğru söyledin ya  Resulullah! Ben şimdi bu hayrın lezzetini tüm hücrelerimle alıyorum.  Vallahi kızıl tüylü develerim olsa, bu gün mutlu olduğum derecede mutlu  olamazdım.”
 
Akşam namazından sonra Fırat ve arkadaşları kendi aralarında  paylaştıkları öğrencilere derslerini verdiler. Camiye 14 ilkokul, 10  ortaokul, 8 de lise öğrencisi olmak üzere toplam 32 kişi ders almaya  geliyordu. Dörder kişiden toplam sekiz grup oluşturulmuş; hoca açığını  kapatmak için yeni başlayan öğrencilere, Fırat, Levent, Cüneyt, Recep ve  Cemil’e ek olarak Kur’an-ı Kerim’de ileri seviyeye gelmiş lise  öğrencilerinden üç kişi daha yardımcı olmak için ders veriyordu. Böylece  hem onlar öğrendiklerini pekiştiriyor, hem de hoca açığı kapatılıyordu.  Camide güzel bir düzen ve uyum vardı. En küçüğünden en büyüğüne kadar  herkes, bu düzen ve uyumu korumak ve kollamak için azami gayret sarf  ediyordu. Herkes dersini alıp birkaç kez de tekrarını yaptıktan sonra,  ilkokul öğrencileri ile camiye yeni gelen ortaokul öğrencileri bir grup  olup onlara Levent ilmihal konularını; diğerleri de başka bir grup olup  onlara da Fırat, siyerden Bedir Savaşını anlattı. Derslerden sonra yatsı  namazı kılınmış, Fırat ve dört arkadaşı dışındakiler camiyi terk etmeye  başlamışlardı. Cemaat dağıldıktan sonra Fırat ve arkadaşlarının  çıkmadığını gören imam yanlarına yaklaşarak:
 
“Fırat kardeş çıkmıyor musunuz? Camiyi kapatacağım da.” dedi. Fırat:
“Hocam, biz arkadaşlarla biraz kalacağız. Siz evinize gidebilirsiniz. Biz camiyi kapatırız” dedi.
“Işıkları söndürmeyi unutmayın.”
“Merak etmeyin Hocam...”
“Allah’a ısmarladık, hayırlı geceler!..”
“Allah’a emanet olun hocam...”
İmam gittikten sonra Fırat ve dört arkadaşı halka oluşturacak şekilde  minberin sağ yanındaki boşlukta oturdular. Hepsi Fırat’ın konuşmasını  bekliyordu. Fırat, Asr Suresini okuduktan sonra söze başladı:
 
“Kardeşlerim, yaptığımız bu işin ne kadar hayırlı olduğunu  biliyorsunuz. Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu vesselam; ‘Sizin en  hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.’ diye buyurmuştur. Bunun  bilincinde olduğunuzu biliyorum. Amacımız rıza-i ilahidir... İlahi  rızaya talip olan bizler, zaman, mekan ve şartlar neyi gerektiriyorsa,  onları yerine getirmek zorundayız.
 
Kardeşlerim! Bizler İslam’a hizmeti kendisine amaç edinmiş bir  Cemaat’in mensuplarıyız. Bir vücut gibiyiz... Bu hizmetteki  çalışmalarımız belli kaide ve prensipler doğrultusunda olmak zorunda...  Belirlenen prensipler dahilinde göstereceğimiz gayret ne kadar çok  olursa, ahiret mükafatımız da o nispette büyük olur.”
 
Fırat sözünü tamamlayınca Levent araya girdi.
“Ders vermenin dışında başka ne yapabiliriz ki?”
“Zaten şu anda toplanmamızın amacı da bu... Ders vermenin dışında  yapacağımız şeyleri söyleyeceğim. Bunlar, Cemaat’in tüm kardeşlerden  yapmasını istediği tavsiyelerdir. Şimdi bunları maddeler halinde  okuyacağım:
 
1- Tüm kardeşler boş zamanlarında camide bulunsunlar, Kur’an okuma,  zikir, tefekkür veya nafile ve kaza namazı gibi ibadetlerle meşgul  olsunlar.”
 
Fırat maddeyi okumayı bitirince, hepsi bunu memnuniyetle tasdik eder gibi başlarını salladılar. Fırat devamla:
“Hakikaten Cemaat’in ibadi noktada yapmamızı istediği bu şeylere bu  gün ne kadar da ihtiyaç duymaktayız. İnsanlarımızın bu asırda içine  düştüğü buhranların, manevi hastalıkların, çıkmazların ve akidevi  sapmaların en önemli nedenlerinden biri de bu değil mi? Hem biliyorsunuz  ki Peygamber Efendimiz Aleyhisselatu vesselam bir hadisinde, hiçbir  gölgenin olmadığı mahşer gününde, ‘Arş’ın gölgesi altında gölgelenecek  yedi sınıf insandan bir sınıfın da gönlü cami sevgisiyle dolu gençler’  olduğunu müjdelemiştir. Allah, bu vesileyle bizi de bu sınıftan eylesin”  dedi.
 
Diğerleri de hep birlikte “amin” diyerek Fırat’ın duasına iştirak ettiler.
2- Kardeşlerimiz cami temizliğine azami dikkat göstersinler. Günlük  temizliğin dışında, derslerin olmadığı gün, genel temizlik yapılsın.
 
3- Cami cemaatine saygılı olunsun, özellikle yaşlılara gereken hürmet  gösterilsin. Gereksiz tartışmalardan uzak durularak işler hikmet  dahilinde yürütülsün.
 
4- Kardeşlerden biri namaz çıkışlarında cami cemaatine güzel koku  ikram etsin. Bu esnada ‘Allah kabul etsin!’ diyerek duada bulunsun.
 
5- Selam yaygınlaştırılsın. Özellikle cami cemaati ve tanıdıklar  görüldüğü yerde kendilerine salam verilsin ve müsaitse hal-hatır  sorulsun.
 
6- Yaşlılara yardımcı olunsun, camiden çıkarken ayakkabıları kendilerine hazırlansın, merdivenlerden inerken yardım edilsin.
 
7- Cami çevresindeki esnaf belirli periyotlarla sorulsun. Cami geliş-gidişlerinde kendileriyle selamlaşma ihmal edilmesin.
8- Camiye gelen talebelerden evleri müsait olanlar ziyaret edilsin, ziyaret esnasında Peygamber Efendimiz’in (SAV) hayatından, örnek ahlâkından, kişiliğinden pasajlar sunulsun.
9- Kandil gecelerinde mevlit okunsun, mevlide ayırım gözetmeksizin  herkes davet edilsin. Söz konusu geceler en iyi şekilde ihya edilsin.
 
Evet... Benim söyleyeceklerim bunlardan ibaret. Anlaşılmayan yerler varsa izah edebilirim.”
Fırat arkadaşlarından gelecek herhangi bir soru veya katılım için  bekledi... Göz ucuyla arkadaşlarını kontrol etti. Mesajların etkisini,  simalarını kontrol etmek suretiyle anlamaya çalıştı. Arkadaşlarından bir  katılım olmayınca yine kendisi konuştu:
 
“Kardeşlerim, şahsen benim anladığım şudur: Camiye canımız, gözümüz  gibi bakacak, evlerimizden daha fazla temiz tutacak, cami cemaatini de  çokça sevip-sayacağız. Tabi bunda da tek amacımız Allah’ın rızası  olmalıdır. Bilelim ki, O’nun rızasının olmadığı hiçbir işte başarılı  olamayız. Söyleyeceğiniz veya anlamadığınız başka bir şey yoksa diğer  konulara geçebiliriz” dedi.
 
Bu konuda herhangi bir iştirak olmayınca, her hafta yaptıkları gibi  derslerden, cami düzeninden, öğrencilerin başarı veya başarısızlık  nedenlerinden, devamsızlık yapanların durumlarından ve sorunlardan  konuştular...
 
Her hafta bu şekilde toplanıp genel durum üzerine müzakerelerde  bulunuyorlardı. Genelde her hafta başka bir arkadaşın evinde bir araya  geliyorlardı. Bu hafta ise istisnai bir durum olarak camide  toplanmışlardı. Recep dışında herkes kendi grubuyla ilgili görüşlerini  dile getirdi. Genel durum ve gidişat iyi görünüyordu. Hiç birisinin  grubunda sorun yoktu. Grubunun durumunu anlatma sırası Recep’e gelmişti.  O da devam ve başarı durumlarını anlattıktan sonra “yalnız bir şey var”  diye söze devam etti:
 
“Hani hatırlarsanız, dört-beş ay önce camiye Muzaffer adında bir  çocuk geliyordu. Yaklaşık iki ay camiye devam ettikten sonra birden bire  camiyi terk etmişti. Kendisiyle kaç defa konuştuğum halde tekrar camiye  getirmeye muvaffak olamamıştım. Kendisi öğrencilerim arasında en  çalışkanı ve en terbiyelisi olduğu için camiyi terk etmesine çok  üzülmüştüm. Sonradan öğrendiğime göre, Muzaffer’in mürted örgüte mensup  bir dayısı varmış. Bu adam hem Muzaffer’in babasını ve hem de  Muzaffer’in kendisini tehdit etmiş. Muzaffer’e: ‘eğer camiye gidersen,  bacaklarını kırarım.’; babasına da; ‘Camiye gitmesine izin verirsen seni  partiye şikayet ederim, seni yok ederler.’ Şeklinde tehdit ederek  korkutmuş. Muzaffer’in babası zavallı biri olduğundan bu tehditten çok  korkmuş. Hem çocuk hem de babası camiye karşı büyük bir sevgi  besledikleri, cemaat ve Müslümanlara da sempati duydukları halde, bu  adamın korkusu yüzünden Muzaffer camiye gelemiyormuş” diye söyledi.  Fırat:
 
“Peki, sen bunu nereden öğrendin?”
 
“Dün öğle namazını camide kıldıktan sonra eve doğru giderken yolda  Muzaffer’e rastladım. Koşa koşa yanıma gelip elimi öpmeye çalıştı.  Onunla konuşup niçin camiye gelmediğini tekrar sordum. Sıkılıp anlatmak  istemedi, ama camiye gelmeyi çok özlediğini söyledi. Daha sonra sanki  bir şeylerden korkar gibi ‘Hocam ben gidiyorum’ deyip aniden koşarak  yanımdan uzaklaştı. Bu durum çok garibime gitti. Muzaffer’i camiden  alıkoyan birilerinin olduğunu anlamıştım. ‘Olsa olsa babası izin  vermiyordur’ diyerek babasıyla konuşmak için evlerine gittim. Ama ben  böyle düşünürken, babası bunun tam tersi olarak beni çok iyi karşıladı.  İçeriye alıp anlatamayacağım bir şekilde hürmet gösterdi. Onun bu  tavırları benim çok daha fazla garibime gitmişti. Kendi kendime: ‘Bana  ve benim şahsımda Cemaat’e bu kadar sevgi ve hürmet besleyen bir adam,  nasıl oluyor da oğlunu camiye gitmekten alıkoyuyor? Bunda başka bir iş  olmalı...’ diye düşünüyordum. Sonra söz Muzaffer ve cami meselesine  gelince, adam ağlayarak az evvel söylediğim adamın tehditlerini anlattı.  Devamında:
 
“Ben onu ve partisini hiç sevmiyorum. Onların hepsi terk-i salattır,  İslam ve Allah düşmanıdırlar. Hiçbirisinin dinden, imandan haberleri  yok. Halkımızın ahlakını bozdular, kızlarımızın, erkeklerimizin namus  anlayışını yıktılar. O ve partisinin tamamı sizden bir çocuğun tırnağı  kadar değer taşımıyor gözümde... Ama ben zavallı birisiyim. Benim kimim  kimsem yok. Bu kayınımda ise din, iman, merhamet adına hiçbir duygu yok.  Kendisi bu inançsız örgüte yaranmak için babasına bile acımaz. Onunla  eskiden beri aramız iyi değil... Şimdi Muzaffer’i yeniden camiye  gönderdiğimi duysa, bana ve aileme her türlü kötülüğü yapabilir” dedi.  Ona korkmaması gerektiğini, eğer Allah dilememişse kayınının kendilerine  bir zarar veremeyeceğini, ayrıca durumu Cemaat’e ileteceğimi, Cemaat’in  de kendisini koruyacağını söyleyip ikna etmeye çalıştıysam da şimdilik  başarılı olduğumu söyleyemem. Muzaffer’in babasının kayınından korkusu,  kendisine göre haksız bir korku sayılmaz. Adamın ismini söylediğimde siz  de şaşıracak ve onun korkmasına hak vereceksiniz. Kendisi mürted  örgütün atadığı ve içinde camimizin de olduğu semtin sorumlusu Lütfü  Kaya... Biz onu Şiyar kod adı ile tanıyoruz.”
 
“Şiyar mı?!.. Vay , şerefsiz!.. Demek bu İslam düşmanı mürted herif,  Muzaffer’in dayısıymış ha!.. Onun ismini de Muzaffer’in babası mı  söyledi?”
 
“O söyledi Abi. Hatta oturduğu yeri de ondan öğrendim. Ayrıca Fen Fakültesinde son sınıf öğrencisiymiş.”
 
“Recep kardeş Allah senden razı olsun. Gerçekten örnek alınması  gereken bir çalışma yapmışsın. Ulaştığın bu bilgiler çok değerli. Ne  zamandan beridir bu Şiyar mürtedinin bilgilerini öğrenmeye çalışıyorduk,  ama bir türlü başarılı olamıyorduk. Adam tilki gibi kurnaz olduğu için  bir iz bırakmıyordu. Ama işte Allah onu ele verecek bilgileri yine onun  eliyle, onu sebep kılarak bize verdi. Bunları hemen Cemaat’e ileteceğiz.  Ayrıca Muzaffer’in durumu ile babasının söyledikleri de Cemaat’e  ulaşmalıdır. Sen bunları bu gece güzel ve anlaşılır bir şekilde yazıp  yarın sabah bana getir. Cemaat’ten Muzaffer ve babası için nasıl bir yol  izlememiz gerektiği konusunda bize bir çözüm gelinceye kadar, biz de  boş durmayıp hep birlikte kendisini ziyaret etmeye gideceğiz. İnşaallah  böylelikle onun korku ve endişelerini gidermiş oluruz.”
 
“İnşaallah Fırat abi.”
 
“Bunlar ne kadar adi insanlarmış!.” diyerek araya girdi Levent. “Bir  çocuğun camiye gelmesi bile onların zoruna gidiyor. Ellerinden gelse  herhalde camilerin hepsini ortadan kaldıracaklar... Bu gibi hadiseler,  bizim haklılığımızı; buna karşılık onların da haksızlığını ve boş bir  davanın peşinden koştuklarını ispatlayan en bariz örneklerdir. Muzaffer  daha küçücük bir çocuk olmasına rağmen kendisine yapılan tehditlere  aldırmayarak Recep’in yanına gelip elini öpmesi, İslam ve Allah  sevgisinin girdiği kalplerden kolay kolay sökülüp atılamayacağını  gösteriyor.”
 
“Çok güzel söyledin Levent kardeş” dedi Cüneyt. “İslam bir nurdur. Bu  nur kalbe nüfuz ettikten sonra insanın önünü aydınlatır. Bir çocuk dahi  olsa, İslam nuruyla baktıktan sonra neyin iyi, neyin kötü olduğunu  ayırt edebilir. Muzaffer de camiye geldiği sürece İslam ve Allah  sevgisini yüreğinde taşıyacağı için bu inançsızların düşmanı olacak...  Onlar bunun hesabını yapıyorlar.”
 
Cüneyt sözünü bitirince Cemil araya girdi:
 
“Bu hadiseden de anlıyoruz ki, İslam düşmanları canla başla  çalışıyorlar. Ellerine geçen hiçbir fırsatı kaçırmıyor, akraba ve  yakınlarına da baskı yaparak bizimle irtibata geçmelerine engel  oluyorlar. Cemaat’in İslam’ı hakim kılması demek, onların boş, çürük ve  kokuşmuş davalarının sonunun gelmesiyle eş anlamlı olacaktır. Bu yüzden  de Cemaat’in büyümesini ve gelişmesini engellemek istiyor, Cemaat’in  çalışmalarını baltalamak için her yola baş vuruyor, Cemaat’e her koşulda  düşmanlık yapıyorlar. Onların bu düşmanlığı, Cemaat’in zatında  İslam’adır... Halkımız müslüman olduğu için de bunu açık bir şekilde  dile getirmiyorlar. Bu faaliyetlerine de çeşitli libaslar giydiriyorlar.  Kendilerini özgürlük, adalet, hak-hukuk.. savaşçıları olarak  gösterirken; Cemaati de başka tanımlarla karalamak istiyorlar. Yani  kardeşlerim anlayacağınız savaşları da kirli ve çift yüzlü... Bu  münasebetle bizler çalışmalarımızı arttırmalı, daha çok fedakarlıklarda  bulunmalıyız. Davamızın temelinde rıza-i ilahi ve samimiyet olduğunu  hiçbir zaman unutmamalıyız. Başarının Allah’tan geldiğini hepimiz  biliyoruz. Biz kullara düşen, bu yolda, sadece gayrettir... Eğer İslam  düşmanları bizden daha çok çalışır ve kendi davaları için daha ihlaslı  olurlarsa, bilelim ki onlar bize galip geleceklerdir. Bundan Allah’a  sığınırım. Allah’ım, Sen İslam düşmanlarını hiçbir zaman başarıya  ulaştırma. Onların her türlü oyunlarını boşa çıkar, tuzaklarını alaşağı  et... Amin!”
 
Hepsi Cemil’in sözlerini taktirle karşılayıp jest ve mimikleriyle  onayladılar. Duasına hep beraber “amin” diyerek iştirak ettiler.  Cemil’in sözlerini bitirmesiyle kısa bir sessizlik oldu. Daha sonra  Fırat konuştu:
 
“Cemil kardeş güzel şeyler söyledi. Ona ilaveten ben de birkaç şey  söyleyeceğim. Hepimiz bilmeliyiz ki bu dava uzun ve meşakkatlidir.  Yolumuzun üzeri çok çeşit engeller ve dikenlerle kaplanmıştır. Bu yolda  biz İslam davetçileri yalınayak yürüyoruz. Hz. Ali’nin (r.a) deyimiyle  ‘yol uzun, azık azdır.’ Ama biz biliyoruz ki, bu yolda attığımız her  adım, bizi Allah’ın rızasına ve cennete doğru bir adım daha  yaklaştıracaktır. Evet yolumuz meşakkatlidir, ama çektiğimiz bu  meşakkatlerin hepsi güzeldir.
 
Mürted örgütün önümüze çıkardığı engelleri biliyoruz. Ama önümüze  çıkacak engeller sadece bunlar mı olacak? Hayır... Bunlar sadece devede  kulaktır. Daha devlet güçlerinin sınırsız imkanlarla önümüze çıkaracağı  bir çok engel göreceğiz. Bunun gibi belki aklımıza, hayalimize gelmeyen,  ama Allah’ın bildiği birçok engelle karşılaşacağız. Bunların hiçbiri  bizi korkutmamalıdır. Allah bizimle olduktan sonra gerisi hiç önemli  değil. Hem biz daha neyi görmüşüz ki?!.. Kur’an-ı Kerim’den geçmiş  ümmetlerin neler çektiğini biliyorsunuz. Allahu Teala onların durumunu  Bakara 214. Ayette şöyle açıklıyor: ‘Sizden öncekilerin başına gelenler,  sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların  başına öyle belalar, öyle musibetler geldi ve öyle sarsıldılar ki,  Peygamberleri ve kendileri de, “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?”  dediler. İyi bilin ki; Allah’ın yardımı yakındır.’ Evet, Allah şüphesiz  ki doğru söylüyor. ‘Allah’ın yardımı yakındır.’ Ama Allah’ın yardımının  Cemil kardeşin dediği gibi, ihlasa ve takvalı olmaya bağlı olduğunu  unutmayalım. Biz Allah’a olan kulluk görevimize riayet edip, O’nun  emirlerine harfiyen uyarsak, evet gerçekten de ‘Allah’ın yardımı  yakındır.’
 
Bundan böyle hepimiz kendi grubumuzda bulunan öğrencilerimizle daha  çok ilgilenelim. Ayrıca herkes kendi öğrencisini tanımaya çalışsın.  Yapabiliyorsa evlerine gidip babasıyla tanışsın. Devamsızlık yapanları  sorup soruşturalım ve sebebini öğrenmeye çalışalım. Recep kardeşin  yaptığı gibi...İnşaallah böylesi hayırlı olur ve caminin verimi de  artar. Ayrıca bundan böyle şunu da yapacağız: Camiye gelen çocukların  aileleri başta olmak üzere cami cemaatinin tek tek evlerine gidip  ziyaretlerde bulunacağız. Zaten az evvel okuduğum mesajlarda da bu  vardı.
 
Biliyorsunuz, biz İslam davetçileriyiz ve görevimiz sadece camiye  gelen çocuklara ders vermekle sınırlı değil, bilakis İslam’ı,  götürebileceğimiz herkese götürmektir. Bıkmadan, usanmadan insanlara  İslam’ı anlatmalıyız. Ancak bunu başarıyla yapabilmemiz için çok  okumalı, öğrenmeli ve okuyup öğrendiklerimizi yaşamalıyız. Çünkü amel  edilmeyen ilmin başkasına da faydası yoktur. İlmi, başkasına anlatmak ya  da insanlar bizi bilgili görsünler diye değil, bilakis kendimiz için,  yani öncelikle onunla kendimiz amel etmek için öğrenmeliyiz. Aksi halde  kendimizin yapmadığı bir şeyi başkasından nasıl isteyebiliriz ki?..
 
Evet kardeşlerim, bu söylediklerimin hepsini zaten siz benden daha  iyi biliyorsunuz. Bu yüzden sözü daha fazla uzatıp sizi sıkmak  istemiyorum. Bu konuda ekleyecek sözü olan kardeş varsa, onu  dinleyebiliriz.”
 
Fırat hepsinin yüzüne tek tek bakıp söyleyecek bir şeylerinin olup  olmadığını anlamaya çalıştı. Kimse konuşmayınca, Fırat Asr Suresini  okuyup toplantıyı bitirdi. Toplantı bitmişti, ama Fırat’ın unuttuğu bir  şey yeni aklına geldiği için tekrar konuştu:
 
“Arkadaşlar, az evvel Asr Suresini okumadan önce sormayı unuttum. Son  zamanlarda camiye gelen Hasan Bakan hakkında ne düşünüyorsunuz?”
 
Bu soruya Levent cevap verdi.
 
“Bildiğim kadarıyla çok sorunlu biri... Şimdiye kadar birkaç cami  değiştirmiş, ama yine bildiğim kadarıyla hiç bir camide 3-4 aydan fazla  tutunamamış. Kolay kolay kimse ile anlaşamıyor. Ayrıca camide  kendisinden daha iyi durumda olan arkadaşları da kıskanıyor.”
 
Levent’ten sonra sözü Cemil aldı.
 
“Sürekli vurmaktan, kırmaktan bahsediyor Fırat abi. Sanki biraz cesaretli gibi görünüyor, ama ‘vuralım’ dediği kişiler zavallı, zararsız ve hiçbir şeyden haberi olmayan insanlar... Niçin böyle yaptığına bir anlam veremiyorum.”
“Bilakis” diyerek araya girdi Recep. Sonra devamla: “Onunla aynı  okulda okuyoruz. Çok pısırık ve korkak biridir. Aynı zamanda çok da  kaypak. Okulda Müslümanlara yönelik saldırıların çoğunda onu kavgada  göremedik. Her defasında ‘okuldan çıkmıştım, haberim yoktu.’ vb.  mazeretlerle arkadaşları kavgada yalnız bıraktı. Buna rağmen, herhangi  bir kavga durumu olmadığı zamanlarda da aynen Cemil’in dediği gibi  sürekli vurmaktan, kırmaktan bahsediyor.”
 
“Dediklerinizin hepsi doğru” dedi Fırat. “Daha önce gittiği camilerde  kalan arkadaşlardan da durumunu sormuştum. Onlar da hemen hemen aynı  şeyleri söylediler. Hasan başımızı biraz ağrıtacak, ama inşallah burada  hal-hareketlerine çeki-düzen verir. Hepimiz ona yardımcı olalım. Ne  kadar sorunlu da olsa bizim kardeşimiz. Onu dışlamak yerine, düzelmesi  için kendisine dua edelim. Çünkü en makbul dualardan biri, bir  müslümanın, müslüman kardeşine gıyabında yaptığı duadır.”
 
Hepsi Fırat’ın sözlerini tasdik edecek şekilde başlarını salladılar. Fırat bu kez Levent’e hitaben:
 
“Sahi Levent kardeş, senin babanla aran nasıl? hâlâ camiye gelmene engel çıkarıyor mu?” diye sordu.
 
“Sorma gitsin abi! Hâlâ eskisi gibi. Şimdi eve gitsem, kesin yine tartışacağız.”
 
“Sen yine de onunla iyi geçin. Saygıda kusur etme!”
 
“Vallahi ne diyeyim Fırat abi?.. Kardeşlerim arasında ona en çok  saygı duyan benim. Ama babam, cami söz konusu olunca hiçbir şey  dinlemiyor. İki kardeşim her türlü mel’aneti yaptıkları halde onlara bir  şey demiyor, ama iş benim cami meselesi olunca!.. Aslında aramız kötü  değil, hatta arkamdan beni takdir ediyor. Onu kahvehaneden bir  koparabilsem; camiye bile getirebilirdim. Fakat bir türlü kahvehaneden  kopmuyor. Onun kahvehane çevresi sürekli olarak camileri ve camiye  gidenleri kötülüyor. Yani anlayacağın, onun kafasına okuyorlar. O da her  kahvehane dönüşü soluğu bende alıyor.”
 
“Annenin tavrı nasıl?”
 
“Babamın yanında iken o da korkudan babamla aynı şeyleri söylüyor.  Fakat babamın ileri gitmemesi için de aramıza girip babamı teskin  ediyor. Babam olmadığı zamanlarda da bana hak verip beni destekliyor.  Camiye gitmemin doğru olduğunu, ama babamı kızdırmamak için gizliden  gitmemi salık veriyor.”
 
“Her şeye rağmen sen yine de sabret. Onlara güzellikle muamele et.  Ana-babaya itaat etmek, dinimizin gereklerindendir. Allah’a isyana  teşvik etmedikleri müddetçe, onlara itaat etmeliyiz. Aslında onlar da  yaptıklarımızın doğru olduğunu biliyorlar, fakat bazı korkuları  yüzünden, bize karşıymış gibi görünüyorlar. Ailelerimize kendimizi iyi  anlatmalı, ibadetlerimizle, evdeki hal ve hareketlerimizle, hoşgörü ve  saygımızla evlerimizde örnek olmalıyız. İnşaallah zamanla onlar da bizi  anlayacaklardır.”
 
“İnşaallah!” diye mukabelede bulundular. Fırat bu kez Cemil’e döndü:
“Cemil kardeş! Annenin hastalığı nasıl oldu?”
“Vallahi Abi, bazen hiç kalkamayacak gibi yatağa düşüyor. O zaman  ümidimi tümden kesiyorum. Bazen de iyi gibi görünüyor. Bu gün de iyi  olduğu günlerden biri...”
 
“Allah hayırlı şifalar versin Cemil kardeş. İnşaallah hepimiz ona dua edeceğiz...”
“Allah razı olsun Abi.”
“Peki hastalığına herhangi bir teşhis konulamadı mı?”
 
“Doktorlar ilaç vermekten başka bir iş yapmıyorlar. En son kendisini  hastahaneye götürdüğümde, gerekli tetkikler için kendisine üç ay  sonrasına gün verildi. Ben de ne yapacağımı bilmiyorum. Annemin durumuna  çok üzülüyorum, ama elimden bir şey de gelmiyor. Evden çıktığımda bir  parçam evde kalıyor gibi... Böyle olunca da İslami çalışmalarımı sakin  kafayla yapamıyorum.”
 
Cemil duygulanmıştı. Diğerleri de onun duygularına ortak oldular. Bu duygu ortamı bir müddet devam etti. Besi de iyi arkadaştılar. İslam kardeşliği onların yüreklerini birleştirmiş, adeta yek vücut yapmıştı. Birinin derdi, hepsinin derdi sayılırdı. Cemil’in annesinin hastalığı, sanki diğerlerinin annesi de aynı durumdaymış gibi hepsini üzmüştü. Nihayet bu sükût durumunu Fırat bozdu.
“Allah annene şifa, sana da sabır versin Cemil kardeş. Derdi veren  de, şifayı veren de Allah’tır. Allah’ın taktirine karşı elden ne gelir?  Allah, ölümden başka her derdin şifasını vermiştir. Dua edelim de Allah,  anneni şifaya vesile olacak şeye çabuk ulaştırsın.”
 
“Amin!” dediler içten gelen bir dilekle...
“Haydi artık kalkalım. Yalnız camiden çıkarken herkes dikkatli olsun.  Evi birbirine yakın olanlar, birlikte gitsinler. Her ihtimali  değerlendirmek zorundayız. Hırsızlar, uyuşturucu bağımlıları, polisin  bazı adamları, mürted örgüt elemanları ve daha bilmediğimiz başka kötü  niyetli kimseler, sırf cami çalışmalarını sabote etmek için saldırılarda  bulunabilirler. Bu yüzden gerek camiye geliş-gidişlerimizde ve gerekse  de başka zamanlarda tedbirli ve dikkatli olmalıyız.”
 
Fırat’ın bu uyarısından sonra, hep birlikte ayağa kalktılar. Işıkları  söndürüp camiyi kapattıktan sonra vedalaşarak ayrıldılar. Levent ile  Cemil birlikte çıkıp bir yöne; Fırat, Recep ve Cüneyt de birlikte  çıkarak ayrı bir yöne gittiler. 
 






 
