Anasayfa İletişim K.D.HİZBULLAH Konuk Defteri Ankete Katıl

ANA MENÜ

HS İLMİYE

SON DAKİKA

EŞREFTEN ESFELE

VAN ŞEHİDLERİ

ŞEHİDLER ALBÜMÜ

SİTE ANKETİ

K.D.HİZBULLAH

AZİZ ŞEHİDLER

SON DAKİKA

TAKVİM

HÜSEYNİ SEVDA


Zillet Bizden Uzaktir | Hizbullah | Hüseyni Sevdam - Haberler | Hizbullahi Hareketin Şehidleri

Esreften Esfele bolum 4

Eşreften Esfele (Muhbirler)


4. BÖLÜM

Şehir merkezi Sakatatçılar mevkiinde küçük bir çay ocağı çalıştırıyordu Zülküf Doğan. Kendisi, 1.80 boylarında, dolgun, saç ve sakallarına aklar düşmüş, ilk bakışta feleğin çemberinden geçtiği belli olan, 40 yaşlarında ve iri-yarı sayılabilecek biriydi. Yüzünde, yıllarca yaşamış olduğu hızlı yaşamın yorgunluğu kendisini belli ediyordu. Gözlerinin alt kapakları, yumruk yemiş boksör gibi mor ve şişikti. Geçmişin izlerini silmek için mi, yoksa yeni başladığı hayatına uyum sağlamak için mi bilinmez, hafif bir sakal bırakmıştı. Sakalındaki beyaz tellerin siyahlara oranla fazlalığı yüzünden sakalı kirlenmiş gibi duruyordu. Duruşu, hareketleri, konuşması.. gurur doluydu. Kendini beğenmiş bir hali vardı.
 

Eski hayatından dönüş yaptıktan sonra hacca gitmiş, bambaşka bir yaşama başlamıştı. Artık adı Hacı Zülküf idi. Namaz, niyaza başlayıp İslami bir yaşantıyı benimsedikten sonra eski çevresinden tamamen kopmuştu. Eski arkadaşları kendisiyle çok uğraşmış, fakat kararından döndürememişlerdi. Ona bu dönüşü yaptıran nedeni kimse bilmiyordu. Belki yorulmuş, belki o alemin sonunun olmadığını anlamış, belki de vicdanının derinliklerinde günden güne artan ızdırabın acısına dayanamamıştı.
 

Hacı Zülküf kendi mahallesinde bulunan bir camiye gidiyor, Kur’an dersi alıyordu. İlerlemiş yaşına rağmen öğrenmede fazla zorluk çektiği söylenemezdi. Kur’an dersine ek olarak kendi kendine siyer ve başka kitaplar da okuduğu oluyordu.
 

Çay ocağı, günün büyük bölümünde müslüman olarak bilinen gençlerin ve kendisiyle aynı camiye devam eden kişilerin uğrak yeri haline gelmişti. Burada İslami sohbetler ve hararetli fikir münazaraları yapılıyordu. Kimileri ilgilendikleri ve tebliğ yaptıkları kişileri bu çay ocağına getiriyor, Hacı Zülküf ile tanıştırıyordu.
 

Bugün de her zamanki günlerden bir gündü. Çay ocağı alan olarak çok küçük olduğundan ancak 8-10 kişi oturabiliyordu. Bu yüzden ön tarafa da iskemleler ve sehpalar atılmıştı. Hava güzel olduğundan, dört kişi çay ocağının önünde oturmuş, hararetli bir sohbete dalmışlardı. Üç kişi de iç tarafta oturmuş, çay içiyorlardı.
 

Hacı Zülküf boş bardakları yıkadıktan sonra gelip iç taraftakilerin yanına oturdu. Aradan fazla zaman geçmemişti ki, renault marka beyaz bir taksi, karşı kaldırımın kenarında durdu. İçinde şoför ile birlikte dört kişi vardı. Dışarıda oturanlar, taksidekilerin polis olduğunu anlamakta gecikmediler. Hemen karşılarında park etmesi, kendilerini işkillendirmişti. Buralarda kimse polise güvenmezdi. Hele siyasi bir düşüncesi varsa, polisle karşılaşmamak için azami gayret sarf ederdi. Oturanlar endişeyle birbirlerine baktılar. Bir süre dikkat çekmeden polislerin hareketlerini izlemeye aldılar. Daha sonra iki kişi kalkıp gitti. Kalan iki kişi de birkaç dakika oyalandıktan sonra kalktılar. Biri çay ücretlerini ödemek için içeriye Hacı Zülküf’ün yanına gitti. Parayı verirken:
 

“Hacı abi, dikkatli ol. Karşıda polis arabası duruyor” dedi.

“Hayırdır inşallah. Ne için gelmişler acaba?”

“Polislere güven olmaz. Ne olur ne olmaz. Bakarsın gelip arama yaparlar ya da boş yere sorguya tabi tutarlar. Bir de baktın bir bahane ile karakola götürüp bir araba dayak atarlar. Polis bu!.. Belli mi olur? Bu yüzden biz kalktık.”
 

“Haklısın kardeş. Polislere güven olmaz.”

“Haydi ben gidiyorum. Esselamu aleyküm.”

“Ve aleykumusselam ve rahmetullahi ve berekatuhu. Kendine dikkat et.”
 

Adam gittikten sonra, Hacı Zülküf polis otosunu görebilecek bir açıdan baktı. Hiçbir şey olmamış gibi arabada oturuyorlardı. Görünüşe bakılırsa, öylesine gelmiş gibi bir durumları vardı. Hacı Zülküf; çay ocağının camı, aradaki mesafe ve arabanın camlarından dolayı içeridekileri pek iyi göremiyordu. Daha dikkatli bakınca, içlerinden ikisinin tanıdık olduklarını gördü. Ama nereden tanıdığını çıkaramıyordu. Onlar da ara sıra çay ocağına doğru sezdirmeden bakıyorlardı. Hacı Zülküf zihnini iyice yokladı. Düşündü, taşındı... Sonra birden yüzü gerildi, içini bir heyecan dalgası kapladı. Vücudu hafifçe titredi. İçinden: “olamaz” dedi. “Beni yine buldular. Mutlaka bana yine iş teklif edecekler... Oysa onlara ‘bir daha beni aramayın, çalışmam’ diye ısrarla belirtmiştim. Kurtulduğumu sanmıştım... Demek ki yanılmışım. Ama... Ama belki de benim için gelmemişlerdir. Belki de boşuna endişe ediyorum. Hem bana iş teklif etseler bile kabul etmem, olur biter. Beni öldürecek değiller ya!.. Evet, evet. Tekliflerine karşı direnmeliyim.”
 

Oturanlardan biri Hacı Zülküf’ün yüzünün aldığı rengi fark etmiş, karşıya bakarak kendi kendine söylendiğini duymuştu. Merakla sordu:
 

“Hayrola Hacı abi?!.. Ne öyle kendi kendine söyleniyorsun? Yüzün de kireç gibi olmuş.”

Bu soru üzerine Hacı Zülküf kendine geldi. Vaziyeti çaktırmamak için temkinli konuştu:

“Karşıda ekip arabası var. İçindekiler siyasi polis galiba... Son günlerde zaten baskılarını iyice arttırdılar. Herhalde buraya gençlerin takıldığını haber aldılar. Korkuyorum ki buraya gelen gençleri boşu boşuna götürüp işkence edecekler.”
 

Hacı Zülküf’ün bu cevabı konuşanı heyecanlandırmıştı. Tekrar sordu:

“Ne diye götürsünler ki, kimin ne suçu var?”

“İyi ya işte. Adamlar suçluları yakalayamayınca ne yapacaklar?! Sağda, solda dolaşan, hiçbir şeyden haberi olmayan zavallıları yakalayıp ‘Suçluları yakaladık’ diyecekler.”
 

Arada geçen konuşmayı diğer ikisi de duymuşlardı. Bu yüzden her üçü de heyecanlanmıştı. Boşu boşuna emniyete götürülüp işkenceden geçirilmeyi kimse istemezdi. İçlerinden biri:
 

“Madem öyle, o zaman biz kalkalım. Ne olur ne olmaz.”

Hacı Zülküf de bunu istiyordu. Polisler geldiğinde tanıdık kimsenin görmesini istemiyordu. Hele bir de kendisiyle samimi bir şekilde konuşup tanıdıklarını belli ettirirlerse, bu onun için çok kötü bir imaj olurdu. Bu yüzden konuşanın kararını destekledi.
 

“Haklısın... Hemen kalksanız iyi olur. Çıkınca da birlikte gitmeyin. Ayrı yönlere dağılın.”

“Tamam, öyle yaparız.”

İçtikleri çayların ücretini ödedikten sonra çıktılar. Hacı Zülküf’ün tavsiyesi üzerine her birisi ayrı bir yöne doğru gitti.
 

Hacı Zülküf çay ocağında yalnız kalmıştı. Boş bardakları toplayıp masayı sildi, ardından bardakları yıkadı. Bir tepsiye 15-20 bardak çay bırakarak çevredeki esnafa dağıtmak için çıktı. Amacı, polislerin hareketini daha iyi kontrol etmek ve geliş amaçlarını tahmin etmekti. Polisler de onun çıktığını görmüşlerdi. Bir süre sonra çaylarını dağıtmış bir şekilde boş tepsiyle tekrar çay ocağına dönüyordu. Dönerken polis arabasına daha yakın geçmeye çalıştı. İçeride sadece şoförün kaldığını görünce şaşırdı.
 

“Diğerleri nerede acaba?” diye içinden geçirdi. Sonra “Belki de düşündüğüm şey için gelmemişlerdir. Demek ki başka bir yere gitmişler. Hem bu sakalımla ve bu halimle belki de beni tanımamışlardır” dedi kendi kendine. “Tanımaz olurlar mi hiç? Adamlar cin gibidirler. Ben onları tanıdıysam, onlar da muhakkak beni tanımışlardır” diyerek kendi düşüncelerini yine kendisi çürüttü. Bu düşünceler içinde çay ocağına yetişti. Polislerin çay ocağında oturup kendisini beklediklerinden neredeyse yüzde yüz emindi. Ama yine de duygularının yanılmış olmasını yürekten arzu ederek için için dua ediyordu. Daha içeri girmediğinden dolayı içeriyi göremiyordu. Ayakları adeta onun içeriye girmesine engel olmak istercesine ağır ağır hareket ediyordu. Korkunun ecele faydası yoktu ve sonuçta içeriye girmek zorundaydı. Gücünü toplayıp derin bir nefes alıp içeri girdi. Girer girmez, polislerin oturduğunu gördü. İşte korktuğu başına gelmişti. Heyecan ve korkudan vücudu titremeye, kalbi hızla çarpmaya,nefesi düzensizleşmeye başladı. Yüzü hayalet görmüş birisinin yüzü gibi bembeyaz olmuştu. “Sakin olmalıyım” dedi kendi kendine. “Korkumu anlarlarsa üzerime daha çok gelirler. O zaman direnmem daha zor olur.” Bu düşünceler içinde, oturan polislere normal müşteri muamelesi yapıp “hoş geldiniz” diyerek ocağın olduğu arka tarafa geçti.
 

“Eski dostlar böyle mi karşılanır Zülküf?” Bunu söyleyen, 35-40 yaşlarında, 1.75 boylarında, saçlarının ön tarafları seyrekleşmiş, beyaz tenli, sivri burunlu bir polisti. Gözleri hafifçe çekik, bıyıkları aşağı doğru biraz sarkıktı. Zülküf onu Teoman olarak tanıyordu. 4-5 yıl öncesine kadar sık sık görüşürlerdi. O zaman Teoman’ın saçları daha gür ve bıyıksızdı. Bu yüzden Hacı Zülküf onu tanımamazlıktan gelmişti. Teoman’ın sol tarafında bulunan dolgun, kırmızı tenli, düz saçlı ve kırmızı sakallı olan polis de bazen Teoman ile birlikte kendisiyle görüşmüştü, ama genelde konuşmadığı için aralarında samimiyet oluşmamıştı. Bunun adı da Mete idi. Uzun boylu, diğerlerine göre genç ve zayıf olan polis ise yeniydi. Daha doğrusu Zülküf onu ilk kez görüyordu.
 

Teoman’ın yarı alay, yarı sitem yüklü sorusu Hacı Zülküf’ü adeta dondurmuş, yerinde çivilemişti. Bir an ne diyeceğini bilemedi.
 

“Aa.. Anlamadım. Bir şey mi dediniz?” diyebildi.

“Gel hele Zülküf. Çekinme. Bir çayını içmeye geldik. Eski dostlarını tanımadın mı?”

Hacı Zülküf tanımamazlıktan gelmenin çare olmadığını anlamıştı. Hafızasını kurcalıyormuş gibi yaptı. Teoman’a bakıp gözlerini hafifçe kısarak düşünceye dalar gibi yaptı. Sonra, sanki yeni hatırlıyormuş gibi:
 

“Vay, Teoman abi sen misin? Çok değişmişsin abi tanıyamadım. Kusura bakma.”

“Demek tanıyabildin nihayet.”

“Abi aradan yıllar geçti... Sonra bıyık da bırakmışsın. Sokakta görsem tanıyamazdım.”

“Numara yapma Zülküf. Ben seni tanımaz mıyım? Sen ne hin oğlu hinsin. Bana ‘eski kurt yaşlandı.’ deme sakın, inanmam.”
 

“Abi yapma, ne numarası? Tanısam böyle davranır mıyım? Sana karşı bir hukukumuz var.”

“Neyse, neyse... Geç bunları. Beni unuttuğuna göre, Mete’yi de unutmuşsundur şimdi.”

“Ne! Bu Mete abi mi? Vallahi abi seni bu sakalınla imkanı yok tanıyamazdım. Tam sofilere benzemişsin. Abi yoksa sen de benim gibi tevbe mi ettin?”
 

Mete cevap vermek yerine manalı manalı güldü. Zaten eskiden de pek konuşmazdı. Teoman tekrar araya girdi:

“Bu arkadaş da Şahin. Onu daha önce hiç görmemiştin. Eee.. bize çay vermeyecek misin?”

“Hemen hazırlarım abi, siz keyfinize bakın.”
 

Hacı Zülküf çayları doldururken Teoman’ın boşuna gelmediğini, işbirliğini isteyeceğini anlamıştı. Direnmesi zor olacaktı, ama dayanmaya çalışacaktı. Eski yaşantısıyla ilgili çalışma teklif etseler, reddetmesi daha kolay olacaktı. Çünkü yeni bir hayata başlamış, uzun bir zamandan beridir de eski hayatından kopmuştu. Bu yüzden “anlayışla karşılayacaklardır. Ama ya bundan sonrası için çalışma teklif etseler?.. O zaman ne yaparım? Allah’ım bana yardım et” diye geçirdi içinden. Bu düşünceler içinde biri kendine olmak üzere, dört çay bıraktı sehpanın üzerine. Kendisine bir tabure çekip yanlarına oturdu. Söze Teoman girdi:
 

İnsan kendisini bu kadar özletmez be Zülküf. Ara sıra uğrayıp bir çayımızı içmeliydin. ‘Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var’ demişler.”
 

“Haklısın abi, ama meşguliyet buna izin vermedi. Bir de eski hayatımla ilgili her şeyi unutmak istiyorum.”

“Öyle 35-40 sene yaşadığın bir hayata çizgi çekmek kolay mı Zülküf? Yani ‘bunu başardım’ mı diyorsun? Katiyen inanmam. Benim tanıdığım Zülküf böyle sofu olacak ha!.. Kalıbımı basarım, sen bu hacı-hoca ayağıyla saman altından su yürütüyorsun.”
 

“Öyle deme Teoman abi. Ben gerçekten dönüş yaptım. O hayattan bıkmıştım. Hem sonu da yoktu o hayatın. Şimdi kendi halimde sakın bir hayat yaşıyorum.”
 

“Neyse, biz şimdi çaylarımızı alıp arabaya gidiyoruz. Bizi burada kimse görmesin. Yoksa seninkiler işkillenirler. Çıkışta seni alıp biraz hava almaya çıkarız. Şöyle açılıp bir-iki laf ederiz. Tamam mı koçum?”
 

Zülküf’ün cevap vermesine fırsat bırakmadan çaylarını alıp çay ocağından çıktılar. Arabaya bininceye kadar arkalarından baktı Hacı Zülküf. Şimdi ne yapacaktı... Bu gezmeye çıkmanın anlamı gayet açıktı. Ondan bir şeyler isteyeceklerdi, ama ne?.. Eski yaşantısıyla ilgili bilgi isteyebileceklerine, çalışma teklif edebileceklerine aklı kesmiyordu. O işlerde zaten yeterince adamları vardı. Peki ya ne?!.. Yoksa!.. Yoksa Cemaat hakkında mı kendisiyle konuşmak istiyorlardı? Bu mümkündü tabi. “Aman Allah’ım!” diye inledi. “Böyle bir teklif yapılırsa, ben ne yaparım?” Vücudu, bu düşünce ve endişeler içinde zangır zangır titriyordu.
 

Ocağı kapatmaya yarım saat kadar kalmıştı. Adeti üzere akşam namazından biraz önce dükkanını kapatacak, eve doğru gidecekti. Ama bu kez eve değil, Teoman’ın istediği yere gitmek zorunda kalacaktı. Düşünme dengesini kaybetmiş gibiydi. “Biraz sakin olmalıyım” dedi kendi kendine. Sonra çıkıp boş bardakları topladı. Kirli olanları yıkadı. Sehpaların üzerini silip dışarıdaki sehpa ve tabureleri içeriye aldı. İşyerini son kez gözden geçirip kapıyı kapatarak kepengini indirdi. Evinin istikametine doğru yavaş ve dalgın adımlarla yürümeye başladı. Az sonra polis otosu da onun köşeyi dönmesiyle beraber hareket etti. Biraz ileride, kuytu bir yerde Hacı Zülküf’ü arabaya alıp hızla uzaklaştılar.
 

Polis arabası, şehrin güney yönüne doğru hareket etti. Teoman ile Mete’nin arasına arka koltukta oturmuştu Hacı Zülküf. Şahin ön tarafta şoför mahalline oturmuştu. Teoman’ın neşesi üzerindeydi. Espriler yapıyor, eski anıları yad ederek Hacı Zülküf’ü konuşturmaya çalışıyordu. Buna karşılık Hacı Zülküf gayet gergin ve düşünceliydi. Teoman’ın konuşmalarını “evet, hayır” şeklinde kısa cevaplar vererek geçiştiriyordu. Araba kısa bir süre içinde şehir dışında bulunan ve piknik alanı olarak kullanılan bir koruluğa geldi. Akşam vakti olduğu için kimsecikler yoktu. Buna rağmen arabayı en tenha sayılacak bir yere park ettiler. Araba park ettikten sonra kısa bir sessizlik oldu. Nihayet Teoman yine aynı neşeli tavrıyla konuşmaya başladı:
 

“Burası güzel bir yer. Öyle değil mi Zülküf? Tıpkı eski günlerdeki gibi... Buraya ne için geldiğimizi tahmin ediyorsundur herhalde.”
 

“Vallahi abi ne diyeyim? Niçin olabilir ki?..”

“Senin kulakların deliktir. Kulağına gelen haberleri bizimle paylaşmanı istiyoruz.”

“Ne haberleri abi? Biliyorsun, ben bu işleri bıraktım, tevbe ettim.”

“Anlamamazlıktan gelme! Senden artık çete işi bilgi istemiyoruz. O işleri, o alemi bıraktığını biliyoruz.”

“Benim başka hangi konuda bilgim olabilir ki?”

“Bak Zülküf, camiye gittiğini biliyoruz. Orada yasa dışı faaliyet yapıyorsunuz.”

“Ne faaliyeti abi? Camiye gittiğim doğrudur. Camide namaz kılıp Kur’an okumaktan başka ne faaliyet olabilir ki?..”

“Kur’an dersini size kim veriyor?”

“Tabii ki imam veriyor. Ama imam olmadığında, bazen orada bulunan gençlerden birisi veriyor.”

“Peki kimden izin almış bu genç? İzinsiz vermiyor mu? İzinsiz Kur’an dersi vermek yasak değil mi?”

“İzinli mi, değil mi bilmiyorum. İzinsiz bile olsa, nasıl yasak olabilir ki?..”

“Yasak tabi Zülküf. Bunun adı; yasa dışı İslami faaliyettir.”
 

“Öyle söyleme abi. Yasak olsa, başta ben gitmezdim. Çocuklar, gençler, benim gibi yaşı geçkinler gelip güzel güzel Kur’an öğreniyorlar. Dinlerini, diyanetlerini, namaz-niyazlarını öğreniyorlar. Kötü mü oluyor? Bunları yapmasınlar da, bazılarının yaptığı gibi dağa mı gitsinler abi?”
 

“Bak Zülküf! Son zamanlarda camiye gidenler çığ gibi büyüyor... Bu nasıl oluyor, kim teşvik ediyor? Kendi kendine olacak bir iş değil ya! Ama bu işi organize edenleri bulamıyoruz. Camiye gidenlerin saf bir niyetle gittiklerini biliyoruz. Ama bu işin arkasında olanlar, iyi niyetli değiller. Onlar camiye gidenleri kullanarak irticai faaliyet yürütüyorlar. Böyle olunca, tehdit her geçen gün büyüyor. Tüm bu işlerin, cami faaliyetlerinin ardındaki elin Hizbullah Örgütü olduğunu biliyoruz, ama onlara ulaşamıyoruz. Hizbullahçılar cin değiller ya, görünmesin, bilinmesinler... Bunu tespit etmemiz, çalışmalarını öğrenmemiz, işi organize edenleri bulmamız lazım.”
 

“Bunun benimle ne alakası var abi?”

“Bizi bu bilgiye sen ulaştıracaksın.”

“Abi kurbanın olayım, beni bu işe bulaştırma.”

“Zülküf! Sen bu işlerin kurdusun. Vaziyeti biliyorsun. Sen bizim eski elemanımızsın.”

“Abi ben yapamam. Tevbe ettiğimi söylemiştim. Ben bu işlerde yokum.”

“Yokum ne demek Zülküf? Elemanımız değil miydin? Yıllarca bize çalışmadın mı? Dolayısıyla zaten işin içindesin.”

“O zaman başkaydı abi. Şimdi yeni bir hayatım, yeni bir çevrem var. Her şeye tevbe etmişim.”
 

“Senden zaten fazla bir şey istediğimiz yok. Ne korkuyorsun oğlum? Yapacağın işin tehlikesi filan yok. Sadece duyduklarını, gördüklerini bize söyleyeceksin. Camide kim ne yapıyor, nasıl çalışıyor, bunları söyleyeceksin.”
 

“Abi kararım kesin. Kusura bakmayın ben yapmayacağım.”

“Aklını çalıştır oğlum. Küçük bir çay ocağıyla hayatını sürdürebilir misin? Sana tatmin olacağın miktarda para vereceğiz.”

“Yok abi oranın geliri bana yeter.”

“Kurnaz olduğunu sanıyordum Zülküf. İstersek senin işyerini elinden alabilir, ya da seni bir günde iflas ettirebiliriz. Bizden kaçış olmadığını bilmiyor musun?”
 

Teoman yavaş yavaş kızmaya, Hacı Zülküf’ü tehdit etmeye başlamıştı. Hacı Zülküf çıkmaza girmişti. Kurtuluşun olmadığını anlamıştı. Teoman’a yalvarıyor, ağlayarak konuşuyordu.
 

“Abi kurbanın olayım, beni bu işe bulaştırma. Çoluk çocuğuma acı. Bu iş diğerlerine benzemez. Bana tevbemi bozdurma.”

“Zülküf kafanı kullan. Camiye gidiyorsun. İstesek seni hemen tutuklayabiliriz. Fakat sen bize lazımsın.”

“Madem camiye gitmek yasak, o zaman ben de gitmem abi.”

“Hayır Zülküf, hayır. Biz senin gitmeni istiyoruz zaten.”

“Abi gel etme, beni bu işe bir daha bulaştırma. N’olur abi, kulun, kölen olayım...”

“Sen bize kulluk değil, muhbirlik yap, yeter. Senden başka bir şey istemiyorum.”

“Abi ben yapamam, kararımı daha o zaman vermiştim.”
 

“Peki, sen bilirsin. Senin yüzünden yıllarını cezaevinde geçiren adamlara kendilerini kimin gammazladığını fısıldayalım istersen. Ha?!.. Ne dersin, yapalım mı? O zaman çoluk, çocuk endişesini ebediyyen taşımazsın. Üç güne kalmadan o aptal, beyinsiz kafanı kurşunla doldururlar.”
 

“Ama... Ama... Bunu yapamazsınız!” diye kekeledi Hacı Zülküf.

“Başka çaremiz kalmazsa, yapacağımızdan kuşkun olmasın dostum.”
 

Hacı Zülküf yıkılmıştı. Tutunacak tek bir dalı bile kalmamıştı. Eğer dediklerini yaparlarsa, kendisini lime lime doğrayacak sürü ile insan vardı. Başını önüne eğdi. Adeta iki omuzu içinde kaybolmuştu başı. Şimdi gerçekten ağlıyordu. Polisler bir süre ağlamasını kesmesini beklediler. Ama Hacı Zülküf ağlamayı kesmek şöyle dursun, daha da artırıyordu. Teoman son darbeyi esaslı vurduğunu biliyordu. İçinden:
 

“Artık teslim oldu namussuz. Dünün serserisi kalkmış bana tevbe ettiğini söylüyor. Naza mı çekiyordu ne? Bizi tanımamış herhalde. Lan yavşak, bizden kaçar mı oğlum? Oltayı atıp da boş çektiğim görülmüş mü lan?” diye söylendi.
 

Hacı Zülküf’ün ağlaması ona keyif vermişti. Çünkü o kabul ettiğini söylemese de, çaresizce ağlaması, Teoman’a göre işin bittiğine alametti. Bu yüzden daha fazla orada kalmanın bir manası yoktu. Şoförden hareket etmesini istedi. Araba hızla geriye dönerken, Hacı Zülküf sarsıla sarsıla ağlamaya devam ediyordu. Nihayet tren istasyonunun bulunduğu mevkiye gelmişlerdi. Hacı Zülküf’ü orada indirdiler. Arabadan inerken, Teoman ona bir kağıt parçası uzatarak:
 

“Belki telefon numaramı unutmuşsun diye numaramı veriyorum. İstediğin zaman arayabilirsin. Seninle iyi iş yapacağız dostum” dedi.
 

Hâlâ ağlamaya devam eden Hacı Zülküf, kâğıdı umursamaz bir tavırla aldı. Zülküf Doğan’ın inmesinin ardından polisler hızla oradan uzaklaştılar.
 

Polis arabası gözden kaybolunca, Hacı Zülküf yol kenarında bulunan bir banka oturdu. Serin hava kendisine iyi gelmesine rağmen hâlâ ağlıyordu. Şu anda onun yaşadığı ruh halini hiçbir kelimenin tasvir etmesine imkân yoktu. Yıllarca yaşadığı ve sonradan “boşu boşuna onca yılımı verdim” dediği hayata kalın bir çizgi çekmiş, muhbirliği de o zaman, geçmişin hataları ile beraber toprağa gömmüştü.
 

Adımını attığı bu yeni dünyaya alışması kolay olmamıştı, ama gayret etmişti. Nihayet kendisine yeni bir çevre edinmiş ve bu yeni dünyanın bir ferdi olduğunu kendisi de kabul etmişti. Her şey çok iyi gidiyordu. Hayatından memnundu. Eskisine göre geliri azdı, ama en azından helalinden kazanıyordu. Bu yüzden vicdanı rahattı. Ailesi de rahat etmişti. Eşi yıllarca onun derdini çekmiş, gece yarılarında kendisinden sarhoş dayağı yemekten ona gına gelmişti. Ama şimdi evinde huzur vardı. Çocukları babalarını daha sık görüyor, sevgi ve ilgisine muhatap oluyorlardı. Eşi ve çocukları da bu dönüşümle birlikte yeni bir hayata adım atmışlardı. Eşi çarşafa bürünmüş, kız çocukları tesettüre uymuşlardı. Başta kendilerine garip gelse de kısa sürede alışmışlardı. Erkek çocukları da kendisiyle birlikte aynı camiye, Kur’an dersi almaya gidiyorlardı. Ailesinde huzur, mutluluk ve bereket vardı. Bunun hiçbir şekilde bozulmasını istemiyordu.
 

Kendisi istemese de geçmişi yakasını bırakmıyordu. Bu muhbirlik denen faaliyetin belli bir zamanı, emeklilik yaşı yoktu. Bir kez bulaştın mı, ancak ölünce emekli olabilirsin. İşi yarıda bırakmak, muhbirliğin kurallarına aykırıydı. Zülküf Doğan da bunu biliyordu, ama kendisi işi bıraktığını söylemiş, bir daha kendisini aramamalarına ikna etmişti. Ya da ikna ettiğini sanıyordu. Kaç yıldır. Kendisini aramamışlardı. Kendisi onları unuttuğundan onların da kendisini unuttuğunu sanmıştı. Demek ki unutma olmamıştı. Sadece çalışacağı alan, uygun alan olmadığı için bir süre bekletilmişti. İşte şimdi alan bulunmuş ve kendisine görev teklif edilmişti... Hem de şantajla...
 

“Bu ne bataklık ya Rabbi! Boğazıma kadar beni bataklığa batırdılar, şimdi de boğmayla tehdit ediyorlar... Ben de mi karşı şantaj yapsam acaba? Onların hemen hemen bütün pisliklerini biliyorum” diye söylendi. “Olabilir mi?” diye düşündü...
 

“Onlar da hırsız çetelerinden ve uyuşturucu ticaretinden pay alıyorlar. Aldıkları bu paya karşılık, onların bu faaliyetlerine göz yumuyorlar. Kent genelindeki hırsız çetelerinin hepsinin polisle bağlantısı var. Her hırsızlık olayında mutlaka polisin de payını ayırıyorlar. Her semtin şebekesi, o semtin karakoluna komisyon veriyor. Ben de zamanında az vermedim hani... Kalkmış karşı şantajdan bahsediyorum ben de... Ne kadar safmışım yahu!.. Memurundan müdürüne kadar herkes bu işin içinde. Kime, neyle şantaj yapacağım? İt iti ısırır mı hiç? Hırsızlık yaptığım zamanlarda sadece Teoman’a pay veriyordum. Ama uyuşturucu işinde hem Teoman’a, hem de Teoman’ın aracılığıyla müdürüne pay gönderiyordum. Birkaç kez bilezik, kolye, yüzük gibi takılar alıp müdürün eşine göndermiştim.
 

Hırsızlar, uyuşturucu şebekeleri, kanunsuz iş çevirenlerin hepsi bu yolla işini yürütüyor. Polisler böylelikle hem ceplerini dolduruyorlar, hem de bu yolla gizli ödeneğe para aktarıyorlar. Benim gibi zamanında muhbirlik yapanların parasını, bu yollardan sağladıkları gizli ödenekle hallediyorlar. Yoksa polisler yasa dışı olarak kullandıkları bunca muhbir ve ajanın parasını nasıl ödesin?!.. Adamlar bu çarkı iyi çeviriyorlar. Ben de kalkmış Teoman’a şantaj yapmaktan bahsediyorum. Teoman bu çarkın sadece küçük bir dişlisi... Böyle bir şey yapsam anamdan emdiğim sütü burnumdan getirirler. En iyisi ben başka bir kurtuluş yolu düşüneyim” diye çaresizce söylendi. Elindeki telefon numarasına bir göz atıp cebine koydu. Ardından bir sigara yaktı.
 

Gergindi, üzgündü, hayalleri yıkılmış, yeni dünyası alt-üst olmuştu. Berbat bir ruh halini yaşıyordu. Kalktı... Eve doğru yürümeye başladı. Şuursuz gibiydi adeta... Sarhoşmuşçasına yalpalaya yalpalaya yürüyordu. Eve geldi. Geciktiği için eşi merak etmişti. Ona, “bir işi olduğu için geciktiğini” söylemekle yetindi. Eşinin tüm ısrarlarına rağmen, gerginlik ve üzüntüsünün sebebini anlatmadı. Zaten muhbirliğini hiçbir zaman eşine anlatmamıştı. Şimdi bu konuyu ona nasıl açabilirdi ki?!..
 

Eşi ve çocukları uyumuştu. Kendisini ise bir türlü uyku tutmamış, gündüz olanları ve Teoman’ın teklifini düşünüyordu. Allah’a, kadere, Allah’ın sıfatlarına tam inanmamış olacaktı ki, kendisini tamamen çaresiz ve sahipsiz görüyordu. Kalktı, bir sigara yaktı. Oda içinde turlamaya başladı. İçinde keskin bir muhasebeye tutulmuştu. Ne yapacağına, nasıl hareket edeceğine karar veremiyordu. Polislerin teklifi onu köşeye sıkıştırmıştı. Ayrıca reddetmesi halinde sakalarının olmadığını da biliyordu. Kendi içinde tereddütler yaşıyordu.
 

Gitti, gömleğinin cebinden Teoman’ın kâğıdını çıkardı. Elinde evirip çevirdi. Odanın içinde cezaevi mahkumu gibi volta atmaya başladı. Bir süre sonra gidip kanepeye oturdu. Aslında buna pek oturmak denemezdi, adeta yığıldı. Başını ellerinin arasına alıp bir süre aynı hal üzere hareketsiz durdu. Aniden kalktı, bir sigara daha yaktı, bir-iki tur daha attı. Kâğıdı tekrar eline aldı. Telefona doğru gitti. Ahizeyi kaldırdı. Titreyen elleriyle numaraları çevirdi. Telefon bir süre çaldı. Sonra karşıdan “alo” sesi duyuldu. Bir kez daha, bir kez daha “alo” denildi. Hacı Zülküf bir türlü karşılık verme cesaretini kendinde bulamıyor, buna karar veremiyordu. Adeta nefesini tutmuş, telefonun diğer ucundan duyulmasından korkar bir hale gelmişti. Bu birkaç saniye ona yıllar gibi uzun olmuştu. Sonra aniden ahizeyi indirdi. “Ben ne yapıyorum?!.” dedi kendi kendine. “Daha her şey bitmedi. Hemen teslim olmamalıyım. Hem belki de peşimi bırakırlar...” Tekrar odada dönmeye başladı. O kadar dalgındı ki, yaktığı sigaradan bir-iki içim aldıktan sonra küllükte unutuyor, tekrar yeni bir sigara yakıyordu.
 

“Acaba Cemaat’e söylesem mi?.” diye geçirdi içinden. Şimdi bu fikir üzerine düşünüyordu. “Cemaat’e söylersem, bir çözüm yolu gösterirler mi?.” diye seslice düşündü. Sonra “Eğer söylersem beni piyasadan çeker, belki buradan başka bir şehre gönderirler. Ama öyle olsa, işimden, memleketimden, akrabalarımdan olacağım. Hem o zaman polisler benim Cemaat elemanı olduğuma kanaat getirip beni tutuklayabilirler.” Cezaevini düşündü. Dört duvar, özgürlüğe gem vurulma, eşinden, çocuklarından, akrabalarından ayrı düşme... Düşünmesi bile Hacı Zülküf’e zor geliyor, yüzü gerginleşiyordu. Daha önce de birkaç kez cezaevinde kalmıştı, ama o zaman çok kısa süreli mahpusluk yaşamıştı. Buna rağmen cezaevi hayatı ona çok ağır gelmiş, her bir gün ona bir yıl gibi geçmişti. Şimdi ise alacağı en az ceza, 12,5 yıldan başlayacaktı. Cezaevi düşüncesi ona ağır gelmişti. Bunu kafasından silmek için “Yok yok tutuklayamazlar. Onlara, korktuğumu, bu işleri yapmak istemediğim için kaçtığımı söylerim” diye söylendi. Bu fikir ona mantıklı geldi. Bu onu biraz rahatlatmıştı. Sonra gitti kanepeye tekrar oturdu. Bir sigara daha yaktı. Küllük bitmemiş sigaralarla dolmuştu.
 

Kanepeye yaslandı... Gözlerini kapatıp bir süre sakin olmaya çalıştı. Birden aklına başka bir düşünce geldi. “Cemaat’e nasıl söyleyeceğim ki? Bu meseleyi söyleyebilmem için daha önceki muhbirliğimden de bahsetmem gerekecek. Eğer bahsetmezsem, polislerin beni nereden tanıdığı konusuna nasıl bir açıklama getirebilirim ki?!.. Ben ne dersem diyeyim, Cemaat benden şüphelenecek. Bu durumda arkadaşların benimle ilişkiye geçmelerini engelleyecek, daha doğru bir deyişle, beni dışlayacak. Belki de... Belki de... Yok, hayır... Cemaat’e bu meseleyi söyleyemem. En iyisi hiçbir şey olmamış gibi davranmalı, günlük yapmam gerekenleri yapmalıyım. Teoman’ın da Allah belasını versin. Beni boşuna bekler. Ne hali varsa görsün” dedi. Artık kararını vermişti. Bu karar üzerine hareket edecekti ve bu gece bundan başka bir şey düşünmek istemiyordu. Derin bir nefes aldı. Elleriyle yüzünü kapayıp parmaklarıyla gözlerini bastırdı. Saat 02:00 civarlarıydı. Son bir sigara daha yaktı. Gündüz olanlar ve gece boyunca iç aleminde yaşadıkları yüzünden yorgun düşmüştü. Gözleri ağırlaştı, bilinci yavaş yavaş kayboldu ve oturduğu yerde horlamaya başladı.
 

Ertesi gün her zamanki saatinden yaklaşık bir saat sonra açabildi işyerini. Gündelik işlerini yapmaya başladı. Fakat her zamanki neşeli halinin aksine durgun, dalgın ve yüzü asıktı. Sakalındaki beyazların sayısı, kendince bir gecede ikiye katlanmış olmalıydı. Onun bu durgunluğunu çevredeki esnaf da fark etmiş, soranlara rahatsız olduğunu; ya da fazla ısrarcı olanlara, çocuğunun hasta olduğunu söylemişti. Adet olduğu üzere çay ocağına yine müslüman gençler gelip oturdu, yine fikri münazaralar yapıldı, ama o bunların hiç birisine iştirak edemedi. Onlar için de durgunluğuna başka bahaneler uydurdu. Gün boyunca polisler etrafta hiç gözükmemişlerdi. Bu, biraz olsun onu rahatlatmıştı, ama sanki her an köşeden çıkacaklarmış gibi bir hisin etkisinden de kurtulamamıştı.
 

İşyerini aynı saatte kapattı. Akşam namazından önce camiye geldi, abdestini aldı. O sırada ezan okundu. Cemaatle namazını kıldı. Cami cemaati dağıldıktan sonra, öğrenciler küme küme oturup derslerini almaya başladılar. Zülküf Doğan da Kur’an’ını alıp sırtını duvara yaslayarak en son ders aldığı yeri açtı. Camide çocukların ders alırken çıkardıkları uğultu, arı kovanını andırıyordu. Hacı Zülküf’ün gözü Kur’an’da idi, ama düşünceleri bambaşka bir yerdeydi. Yazılar gözlerinin önünden silinmiş, bunun yerine dünkü olaylar, bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başlamıştı. Artık bir şey duymuyordu. Bir süre sonra yanına kendisine sürekli ders veren 19-20 yaşında bir genç yanaştı. Elinde bir Kur’an vardı. Kendisinden yaşça çok büyük olan Hacı Zülküf’e saygılı bir şekilde seslendi:
 

“Hacı abi!.. Hacı abi, dersini aldın mı?”

Zülküf Doğan o kadar derin dalmıştı ki, gencin ne yanına yaklaştığını hissetti, ne de kendisine seslenildiğini duydu. Genç tekrar seslendi:
 

“Hacı abi, Hacı abi!..”

“Hıı?..”

“Hayrola Hacı abi? Sanki bu dünyada değilsin. Kaç kez sana seslendim, duymadın. Ne o yoksa aklın cennet nimetlerine mi gitti?”
 

Gencin her zamanki neşeli ve şakacı hali üzerindeydi. Hacı Zülküf gence bakarak tebessüm etti. Bir an onun yerinde olmayı arzuladı. Bu genç yaşında, her şeyini Allah’a adamış, samimi ve ihlaslı bu gence gıpta etti. Şimdi kendisinden bu ve bunun gibi gençleri ispiyonlaması isteniyordu. “Hayır... Hayır! Bunu asla yapmayacağım. Canıma mal olsa bile..” diye geçirdi içinden. Sonra genç hocasına cevap verme zorunda hissetti kendisini.
 

“Sen ve senin gibi gençler dururken, cennet nimetleri benim gibi işe yaramaz ihtiyarlara mı kaldı gözüm?”

“Sen kendini yaşlı mı sayıyorsun Hacı abi? Benim gibi on kişiyi cebinden çıkarırsın da ‘of’ bile demezsin vallahi.”

“Yok be gözüm, bizde iş yok. ‘Yaş geçmiş, iş bitmiş’ misali bizimkisi. Ama sizler dolu fişek gibisiniz.”

Birlikte gülüştüler.

“Sahi Hacı abi, şaka bir yana, bu dalgınlığının sebebi neydi? Bir yaramazlık mı var?..”

Bu son cümle onu heyecanlandırmıştı. Yoksa açık mı vermişti?.. Sakin olmaya çalışarak:

“Ne yaramazlık olacak gözüm? Bu çocukların ders alışları bana kuş cıvıltıları gibi geldi. Çok hoşuma gitti. Bunu düşünürken dalmıştım. Neyse, sen bana ders vermeyecek misin?”
 

“Bunun için gelmiştim zaten. Nerede kalmıştık?”
 

Zülküf Doğan ve diğer öğrenciler derslerini aldıktan sonra, çocuklar bir yanda, büyükler de başka bir yanda halka oluşturdular. Çocuklara Hz. İsmail (as)’ın kıssası, büyüklere de Siyerden Hz. Peygamberin (SAV) ahlâkı anlatıldı. Derslerden sonra yatsı namazı kılınıp herkes evine gitti. Hacı Zülküf, bir önceki gece gibi olmasa da yine düşünceliydi. Eşinin tüm ısrarlı sorularını geçiştirmişti. Çok uykusuz olduğundan erkenden yattı.

Sabah işyerini erken açtı. Durumu biraz daha düzelmişti. O gün de normal geçti. Yine işyerini aynı saatte kapatıp eve doğru yol aldı. Daha biraz ilerlemişti ki, geçen günkü arabanın aniden yanında durduğunu gördü. Kapı açıldı. Heyecanı had safhaya ulaşmıştı. İçeride Teoman’ı gördü. Kendisine sert bir talimat verir gibi bağırdı:
 

“İçeri gir!”

Zülküf Doğan adeta bir robot gibi denileni yaptı. Kapı kapandı ve araba hızla uzaklaştı... Bu kez ilk gittikleri yerin aksine şehrin kuzey yönüne doğru ilerlediler. Şehir dışına çıkıp şehirler arası yolda ilerledikten bir süre sonra, bir yol kontrol noktasının biraz ilerisinde, yol kenarına park ettiler. Yol boyunca hiç konuşmamışlardı. Sadece aracın şoför koltuğunda oturan polisin, kendilerini sollayan arabalara çok galiz küfürler etmesi dışında, araçta oturanlardan hiç ses çıkmamıştı. Zülküf Doğan bu kez işinin zor olduğunu biliyordu. Sonuçta ya restini çekecek, ya da teklife ‘evet’ demekle karşı karşıya kalacaktı. Arabaya binişinden itibaren başını önüne eğmiş, Teoman’la göz göze gelmemeye çalışmıştı. Araba park ettikten sonra bir süre konuşmadan beklediler. Teoman bakışlarını başı hâlâ öne eğik duran Hacı Zülküf’ün üzerine mıhladı. Birkaç saniye böyle durdu. Sonra sitemkâr bir şekilde konuştu.
 

“Bana bir telefon borcun yok muydu Zülküf?”

“.......”

“Ne o, dilini mi yuttun? Belki de telefon numaramı kaybettin. Öyle değil mi?”

“Abi ben sana demiştim. Beni bu işe bulaştırma. Ben bu işi yapamam.”

“Yine başa dönmeyelim Zülküf. Bu işi hallettiğimizi sanıyordum. Zamanında seninle iyi iş yaptık. Bu kadar yıldır istirahat ettin. Şimdi teşkilat sana tekrar görev veriyor. İş bu kadar basit. Sen ise bin dereden su getiriyorsun.”
 

“Abi bana tevbemi bozdurma.”

“Kes!.. Tevbeymiş!.. Ne tevbesi lan? Geçmişte yaptığın o kadar şeyin tevbesi mi olurmuş?”
 

Teoman geçen görüşmede olduğu gibi sakin değildi. Anlaşılan Zülküf’ün ayak diremesi, onun canını sıkmıştı. Çünkü şube amiri Cumali Bey kendisinden işi erken bitirmesini istemişti. Gecikmenin olması ise ona “beceriksiz” damgası vuracaktı. Böyle bir damgaya muhatap olmak ise, onun meslek hayatını ve yükselme hayallerini yıkabilirdi. Bu nedenle, ne olursa olsun, bu akşam işi bitirmeyi kafasına koymuştu. Aslında Zülküf Doğan’ın zayıf yanlarını çok iyi biliyordu. En belirgin özelliği, ölüm korkusuydu. Bu yüzden geçen görüşmede onun bu yönü üzerine gitmiş ve esaslı bir darbe vurmuştu. Teoman işin bittiğinden o kadar emindi ki sürekli ondan telefon beklemişti. Ama nasıl olduysa Zülküf Doğan onu aramamıştı ve şimdi de ayak diretiyordu. İşte bu direniş de Teoman’ı küplere bindiriyordu.
 

“Abi geçmiş, geçmişte kaldı. Geçmişin hepsine sünger çektim. Yeni bir hayata başladım.”
 

“Tamam işte oğlum, yine bu yeni hayatını yaşayacaksın. Sana ‘git tekrar puştluk yap, karı-kızlarla alem yap.’ diyen mi var? Yook!.. Namazına, Kur’an’ına karışan mı var? Yook!.. Sana dediğimiz sadece şudur: ‘Duyduğunu, gördüğünü, bildiğini bize de anlat.’ Bunu diyoruz. Yani hem Allah’ı razı et, hem de bizi. Çift yönlü bir iş yani. Anladın mı?”
 

Aslında iş bu kadar basit değildi. Zülküf Doğan bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. İlk etapta küçük şeylerle başlayacak, sonra işi büyüteceklerdi. Vereceği hiç bir bilgiyle yetinilmeyecek, daha çok bilgi isteyeceklerdi. İşi gevşek tutsa, polislerden; aşırı gitse, Cemaat’in fark etmesi durumunda Cemaat’ten her an ölüm korkusunu yaşayacaktı. Polislerin onu koruyabilmesi mümkün değildi. Cemaat’in hainlik yapanlara acımadığını çok iyi biliyordu. Belki de Zülküf Doğan’ın bu kadar direnmesinin nedeni de ölüm korkusuydu.
 

“Abi benim çoluk-çocuğum var. Cemaat duyarsa beni yaşatmaz. Hem bilgi vereceğim ne var ki?.. Çoluk-çocuğun ne bilgisi var ki vereyim?”
 

“Tamam işte. Sana dediğim gibi, yapacağın iş çok basit. Kim geliyor, kim gidiyor, bunu söyleyeceksin.”

“Abi gelen-giden çocuklar gerçekten kendilerini İslam’a, Allah’a adamışlar. Ben bunların günahına nasıl girerim? Kötü bir iş yapmıyorlar ki, onların aleyhinde bilgi getireyim... Abi beni mazur gör, ben bu işi yapamam.”
 

Teoman’ın bu kez kanı beynine sıçramıştı. Zülküf Doğan’ın güzellikle tava gelmediği anlaşılmıştı. Artık geçmişteki çirkinliklerini şantaj olarak kullanmanın zamanı gelmişti.
 

“Senin su sübyancılığın ne alemde Zülküf?”

Zülküf Doğan hiç beklemediği bu soruyla sarsılmıştı. Teoman’ın bunu söyleyeceği ya da şantaj aracı olarak kullanacağı hiç aklına gelmemişti. Bu yüzden Teoman’a bir cevap veremedi. Teoman devam etti:
 

“Demek ki o çok korktuğun Cemaat’in senin oğlancılık yaptığını bilmiyor ha!.. Yoksa sakladın mı?”

“.......”

“Cemaat’in bilmesini ister misin? Ha?!.. Duyamadım... Yok yok. Bilmelerini isteyeceğini sanmıyorum.”

“........”

“Belki de hâlâ yapıyorsun. Cami çocuk kaynıyor. Kurt; kuzu ağılına girmiş.”
 

Bu sözü öyle alaylı söylemişti ki arabada bulunanların hepsi güldüler. Zülküf Doğan geçmişte yaptığı bu amelini düşündü. Belki de en çirkin ameli buydu. Vicdanını dinledi, ama kalbinde buna karşı bir tiksinti duymadı. Sadece tekrar gündeme gelmesi canını sıkmıştı. Teoman’a “Sen de yapıyordun. Yapmışsak, birlikte yaptık” diyecek oldu, ama bunu söylemenin ne faydası olurdu ki?.. Emniyet müdürü dahi bilse, Teoman ne kınanır, ne de işinden olurdu. Fakat o böyle değildi. Yeni yaşantısı bir yana, toplum böyle kişileri dışlardı. Gayr-ı ihtiyari Teoman’a cevap verdi.
 

“Yoo, hayır. Ben tevbe ettim.”

“Ulan! Huylu, huyundan vazgeçer mi? Hadi diyelim ki şimdi yapmıyorsun. Peki geçmişte yaptıkların?.. Bu işi yaptığını hafifçe fısıldamamız yeter. Ne diyorsun, bilsinler mi, yoksa anlaşalım mı?”
 

Zülküf Doğan bir müddet düşündü. Cemaat’in bu meseleyi duyması, ölmesi anlamına gelirdi. Gerçi tevbe etmişti ve Cemaat’in geçmişte yapılanları affettiğini biliyordu, ama bunu göze alamadı. Eğer Cemaat durumunu bilirse, hiçbir şey yapılmasa dahi, kendisine hep o gözle bakılacak, çocuklara yaklaşmaması için tedbirler alınacaktı. Hep o utançla yaşayacağını düşündü... Kararını verdi:
 

“Maaşım ne kadar olacak abi?”

“Eskisinden çok daha fazla...”

“Görevim ne olacak?”

“Detayları sonra konuşuruz. Haydi koçum bas gaza!..”

 



Paylaş

 Yukarı git 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol