Anasayfa İletişim K.D.HİZBULLAH Konuk Defteri Ankete Katıl

ANA MENÜ

HS İLMİYE

SON DAKİKA

EŞREFTEN ESFELE

VAN ŞEHİDLERİ

ŞEHİDLER ALBÜMÜ

SİTE ANKETİ

K.D.HİZBULLAH

AZİZ ŞEHİDLER

SON DAKİKA

TAKVİM

HÜSEYNİ SEVDA


Zillet Bizden Uzaktir | Hizbullah | Hüseyni Sevdam - Haberler | Hizbullahi Hareketin Şehidleri

Esreften Esfele bolum 5

Eşreften Esfele (Muhbirler)


5. BÖLÜM

Orta dereceli okullarda son sınavların yapıldığı haftaya girilmişti. Bu sınavlardan sonra karneler verilecek ve öğrenciler sömestr tatiline başlayacaktı. Ocak ayının ikinci haftasıydı. Öğrenciler, bir dönemin yorgunluğunu atabilecekleri tatili büyük bir heyecan ve neşe içinde bekliyorlardı. Öğretmenlerin çoğu not defterlerini düzenlediklerinden, genelde dersler yapılmıyor, dönem sonlarının geleneksel adetlerinden olan şarkı-türkülerle ders saati dolduruluyordu.
 

Ahmet Arif Lisesi müdür başyardımcısı olan İsmail Akışık, yoğun bir iş temposuna girmişti. Genelde en yoğun olduğu zamanlar, karne zamanı, yani dönem sonlarıydı. Çalışma yoğunluğu o kadar artardı ki, başını kaşıyacak zamanı olmazdı.
 

İsmail Akışık 40-45 yaşlarında, orta boylu, normal kilolu, saçlarının yan tarafları dökük, esmer ve bıyıklıydı. Kendisi, 80 askeri darbesini müteakip Ahmet Arif Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanmış, ilerleyen yıllarda müdür başyardımcılığına kadar yükselmişti. Elbette bu yükselişi salt çalışkanlığı veya başarılı olması sebebiyle olmamıştı. Çünkü ondan daha iyi durumda olan öğretmenler de vardı, ama İsmail Akışık’ın yükselmesi istenmiş ve bu istek yerine getirilmişti.
 

O gün de her zamanki gibi mesaiye zamanında başlamış, önündeki dosyalarla uğraşıyordu. Sık sık çalan telefonlara cevap yetiştirirken bile önündeki kâğıtlardan gözünü alamıyordu. Çalan telefonlara sinirlendiğini, telefonu kapattıktan sonra cömertçe harcadığı küfürlerden belli ettiriyordu. Arka arkaya yaktığı sigaralardan çıkan dumanlar, onu bir sis bulutu içindeymiş gibi gösteriyordu. Tekrar çalan telefon, konsantresini bozmuştu. Elini ahizeye götürürken:
 

“Ulan ne oluyor böyle? Ne var sanki zırt-pırt telefon çalıyor?” diye sinirle söylendi. Ahizeyi kaldırıp kulağına yaklaştırdı:

“Alo! Müdür başyardımcısı. Buyurun!”

“İsmail Bey’le mi görüşüyorum acaba?”

“Evet, benim. Siz kimsiniz?”

“Cumali amirimin selamları var. ‘Bana en kısa zamanda uğrasın’ dedi. Ne zaman gelirsiniz?”
 

“Selamları başım üstüne. İşlerimin çok yoğun olduğunu, bu gün gelemeyeceğimi kendisine bildirin. Bu gün cuma. Eğer istiyorsa, yarin herhangi bir vakitte gelebilirim. Bu aralar beni mesai günlerinde mazur görsün.”
 

“Ben onun adına yetkiliyim. Yarın sabah saat 10:00 sizin için iyi mi?”

“Evet, o saat iyi.”

“Tamam o halde. Amirim sizi merkezde bekleyecek. Hoşça kalın.”

“Güle güle.”
 

Telefondaki kalın sesli adam İsmail Akışık’ın son sözlerini beklemeden kapatmıştı telefonu. Sonra kendisi de ahizeyi yavaşça bıraktı yerine. Bu davete şaşırmıştı. Kendisinin merkeze gitmesini, Cumali Beyle direkt görüşmesini gerekli kılacak derecede önemli ne olabilirdi acaba? Yine bir adamını gönderip istediği konuda bilgisine başvurulabilirdi pekâlâ. Demek ki alt düzeyde bir memur ile halledilecek basit bir iş değildi. Belki kendisine yeni bazı görevler verilirdi. Hatta belki sadakat ve fedakârlığının karşılığı olarak kendisine bir teşekkür ya da takdir belgesi verilirdi... Bu düşüncesine kendisi de güldü. Yıllarca hayatını ortaya koyma pahasına devleti için nice fedakârlıklar yapmıştı, ama sözlü bir-iki teşekkür, iltifat veya pohpohlanmaktan başka bir şeyle ödüllendirilmemişti. Her seferinde kendisine vatan-millet nutukları atılıyor, sırtı sıvazlanıyordu, ama yine de, içinde, yaptığının karşılığını almama burukluğunu yaşamıyor değildi. Gerçi maddi olarak yeterince desteklendiğini inkâr etmiyordu, fakat onun istediği, belki de manevi olarak desteklenmesi, takdir edilmesiydi. “Ama olsun!.. İsterse hiç iltifat bile almasam, canla-başla çalışacağım” dedi. Sonra devamla: “Devletim ve milletim için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadım. Bundan sonra da kaçınmayacağım” diye ekledi kendisinin duyabileceği bir sesle.
 

Tekrar işinin başına döndü. Dosyaları karıştırıyor, notlar alıyor, bazı işaretler bırakıyordu. Çalışmasına çalışıyordu, ama kafası hep yarınki randevudaydı. “Hazırlıklı gitmeliyim” dedi kendi kendine. Daha önce sol görüşlü ve marksist öğrencilerin okuldaki faaliyetlerini bildirmişti, ama onları yönlendiren lider pozisyonundaki kişileri tespit edememişti. Sonradan gerekli araştırmaları yapmış ve birkaç isme ulaşabilmişti. Kesin olmamakla beraber, her taşın altında tespit ettiği adamların çıkması, onların lider olduğu konusundaki kanaatlerini güçlendirmişti. Hem yanlış da olsa ne fark eder ki?!.. “Benim işim isim verip kanaatlerimi bildirmekten ibaret. Varsın gerisini de emniyet halletsin. Ben adamları gözaltına alıp işkence edecek değilim ya!.. Akşam oturup güzel bir rapor hazırlarım. Cumali Bey çok sevinecektir buna” diyerek düşüncelerini dile getirdi.
 

Rutin işlerine devam etti İsmail hoca. Mesai bitiminde arabasıyla şehir merkezine geldi. Marketten biraz öteberi aldıktan sonra şehrin en lüks ve pahalı semtinde bulunan evine geldi. Akşam yemeğini yedikten sonra çalışma odasına geçerek raporunu hazırlamaya başladı. Eve geldiğinden beri çok az konuşması, düşünceli oluşu, eşi ve çocuklarıyla ilgilenmemesi gibi sıra dışı davranışları eşinin gözünden kaçmamış, ama kendisine bir şey sormamıştı. Kocası çalışma odasına geçtikten bir müddet sonra kendisi de kahve pişirmiş ve elinde kahve tepsisi olduğu halde kapıyı açmıştı.
 

“Sana kahve pişirdim Bey.”

“Teşekkür ederim Hanım. Çok anlayışlısın.”

“Çok çalışıyorsun Bey. Bu çalışmanı eve de taşımak zorunda mısın?”
 

“Biliyorsun Hanım, her dönem sonu bu şekilde yoğunum. Gündüz yapmam gerekenleri bitiremeyince eve getirmeye karar verdim. Bunları yarına kadar yetiştirmek zorundayım.”
 

“Yarın mı?.. Ama yarın cumartesi...”

“Biliyorum canım. Ama yarın önemli bir toplantım var. Yoğun bir mesai yaşadığımız için hafta içi yapılmadı, ancak cumartesi yapılması uygun görüldü.”
 

“Ben senin bu işlerinden hiçbir şey anlayamayacağım galiba.”

Karısının gülerek söylediği bu son cümleden sonra kendisi de tebessüm etmişti.

“Ben biraz daha çalışacağım canım. Sen beni beklemeden yat. Haydi iyi geceler.”

Karısı boş kahve fincanını alıp iyi geceler dileyerek dışarı çıktı.
 

Ertesi gün, İsmail Akışık her zamanki saatinde uyandı. Dünkü düşünceli tavrı gitmiş, yerini heyecanlı bir bekleyişe bırakmıştı. Kahvaltısını yaptıktan sonra raporunu gözden geçirdi. “İyi bir rapor oldu. Herhalde eksik bıraktığım bir şey kalmamıştır” diyerek düşünmeye başladı. Birden “Tuh! Nasıl da unuttum. Din dersi öğretmeni ile ilgili gelişen hadiseleri mutlaka yazmam lazım” diyerek telaşla raporuna ek yapmak için acele etmeye başladı. Masaya oturup din dersi hocasını düşünmeye başladı.
 

Yaklaşık 30 yaşlarındaydı... İnançlı ve inançlarını savunma konusunda tavizsiz biriydi. İslami bilgi ve kültürü son derece iyi olmasının yanında, karşıt fikir ve ideolojileri de araştırmış, bu konularda hiç de azımsanmayacak bir birikime sahip olmuştu. Yumuşak ve ikna edici bir üsluba sahipti. Derslerinde, yaşanılması gereken İslam’ı, akla ve ruha hitap ederek anlatırdı. Materyalist ve sol görüşlü öğrencilerin de fikirlerini anlatmaları için onlara fırsat tanır, sözlerini kesmeden sonuna kadar dinler, sonra kendisi konuşur ve onların fikirlerini bir bir çürütürdü. Kendisiyle fikri platformda baş edemeyen ve tartışmalardan sürekli mağlup ayrılan materyalist ve sol görüşlü öğrenciler, mağlubiyetlerinin acısını ona takılmak, hafife almak ve alay etmekle telafi etmeye çalışırlardı. Bazen bu alay ve takılmaları o derece ileriye giderdi ki, hoca dersini bırakmak zorunda kalırdı.
 

Asıl önemli olan ve raporda altını çizmesi gereken konu, din dersi hocasının durumundan ziyade, din dersi hocasını savunan ve ona takılan öğrencileri ikaz edip zaman zaman kavga edecek dereceye kadar gelen bazı öğrencilerin birden bire zuhur etmeleriydi. Bu öğrenciler şimdiye kadar neredeydiler, kimlerdi ve hangi gruba mensuptular?!.. İsmail Bey bu soruların cevabını henüz bilmiyordu. Onlar hakkında tek bildiği şey, onur kolu öğrencilerinin verdiği bilgiyle, teneffüs aralarında vakit namazları için okulun yakınındaki mescide gidiyor olmalarıydı.
 

İsmail hoca düşüncelerini toparlayıp raporuna ek bir bölüm açarak şöyle yazdı: “Sol görüşlü oldukları anlaşılan bazı öğrencilerin özellikle din dersi öğretmenlerine takılıp alay etmeleri, okulumuza yeni tayin edilen din dersi hocasıyla iyice tırmanmıştır. Ancak, buna karşılık, hocayı savunan ve onunla alay edenleri ikaz eden bir grup öğrenci zuhur etti. Bunların sayıları ve neci oldukları halen tam bilinmemekle beraber, onur kolunda bulunan öğrencilerimizin tespitiyle, bu kişiler namaz vakitlerinde teneffüsleri fırsat bilerek okulun yanındaki mescide namaz kılmaya gitmektedirler. Haklarında daha detaylı bilgi için araştırma yapılmaktadır. Saygılarımla...” Raporu yazdıktan sonra sıkılır gibi oldu. Zamanında araştırma yapmadığı için hayıflandı. Cumali Bey’in bununla ilgili bilgi isteyebileceğini düşününce yüzü birden gerginleşti. “Ne diye araştırma yapmadım ki sanki?” diye pişmanlığını kendisi duyabilecek şekilde seslice söyledi. “Neyse Cumali Bey anlayışlı adamdır. Bu aralar boş olmadığımı biliyor” diyerek kendi kendisini teselli etti.
 

Saat 09:45’te evinden çıktı. Evi ile Emniyet Müdürlüğü arasında fazla bir mesafe yoktu. Araba ile beş dakikada yetişebilirdi. Bu yüzden arabasıyla biraz oyalandı. Nihayet hareket etti. 09:55’te Emniyet binasına ulaşmıştı. Kapıya kimlik bırakıp Cumali Bey’le görüşeceğini söyledi. Görevli, Cumali Bey’in kendisini beklediğini söyledi. Az sonra Cumali Beyin makamındaydı. Cumali Bey onu hararetle karşıladı:
 

“Vay’ İsmail! koçum benim. Hoş geldin.”

“Hoş bulduk Cumali abi.”

“Nasılsın koçum? Kendini özletiyorsun.”

“Sağ ol abi iyiyim. Kusura bakma abi, iş-güç içindeyiz, uğrayamayışım ondandır. Sen nasılsın abi?”

“Sağ ol koçum. Ben de iyiyim. Hele geç otur. Konuşacağımız çok şeyler olacak.”

“Cumali abi, benim arabam aşağıda. Tanıdık birisi görürse iyi olmaz. Onu otoparka aldıramaz mıyız?”
 

“Tabi koçum, iyi düşündün. Sen otur rahatına bak. Dediğin gibi bir puştluk olmasın. Ben hemen hallederim. Anahtarlarını ver.”
 

“Buyur abi.”

“Araban hâlâ eskisi mi?”

“Evet abi.”

“O kadar çalışıyorsun İsmail. Hem emniyetten, hem de milli eğitimden maaş aldığın halde hâlâ kendine şöyle güzelinden bir araba çekemedin mi?”
 

“Ne gezer abi? Aldığım paraları mecburen şimdilik biriktiriyorum. Yoksa, birisi çıkıp da ‘ulan İsmail, sadece bir öğretmen maaşıyla bunu nasıl aldın?’ derse, ne cevap verebilirim? Öyle değil mi? Zaten işimizin en kötü yanı da bu ya! Kazandıklarını rahatça yiyemedikten sonra paranın ne kıymeti var? Yaşım geçtikten sonra harcamak için fırsatım olmayacak zaten.”
 

“Dur be oğlum, beni ağlatacaksın. Gören de seni anasının kuzusu sanacak. Yenge duymasın, ama az mı zamparalık yapıyorsun? Bu hikâyeleri bana anlatma bari. İşimiz bu oğlum, ne yapalım? Her şey vatan için!”
 

“Haklısın abi, vatan sağ olsun, yeter.”

“Neyse ben arabayı parka çektireyim, hemen geliyorum.”
 

Cumali çıkıp kapı önündeki görevliye gerekli talimatları verip döndü. Az sonra memur kapıyı çalıp emrin gereğinin yapıldığını bildirip çıktı. İkisi baş başa kalmışlardı. Bir müddet havadan-sudan konuştular. Nihayet Cumali Bey sözü asıl konuya getirdi.
 

“Seni ne için çağırdığımı herhalde merak ediyorsun İsmail.”
 

İstihbarat şube müdürünün konuya girmesi, İsmail Akışık’ı yeniden heyecanlandırmıştı. Gayr-i ihtiyari bacaklarının titrediğini, ellerinin terlediğini hissetti. Bu durumunu belli ettirmemeye çalışarak mukabelede bulundu.
 

“Haklısın abi. Dünden beri neredeyse meraktan çatlayacağım.”
 

Cumali Bey, oturduğu koltukta ön tarafa doğru kaykıldı. Her iki dirseğiyle önündeki masaya dayanarak ellerini üst üste koydu. İsmail Akışık dikkat kesilmiş, adeta Cumali Beyin dudaklarından çıkacak sözlere kilitlenmişti.
 

“Hizbullahçıları hiç duydun mu İsmail?”

İsmail Akışık böyle damdan düşer gibi sorulan bu soruyla şaşırmıştı. Bu yüzden bir an ne diyeceğini bilemedi.

“Duydum duymasına, ama kulaktan dolma. Öyle pek bilgim var denemez abi.”
 

“Bundan böyle bilgin olması lazım İsmail. Seni de bunun için çağırdım buraya. Son zamanlarda İslam’a doğru bir yöneliş yaşanıyor. Çocuk, genç, yaşlı demeden, hatta bayanlar bile akın akın camiye yönelmişler, Kur’an-ı Kerim ve İslam’ı öğrenmeye gidiyorlar. Bu yönelişin ardında Hizbullah Örgütünün olmasından şüpheleniyoruz. Ama maalesef elimizde hiçbir delil yok. Daha doğrusu, Hizbullah denen bir örgüt var mı, yok mu, onu da bilmiyoruz. Biliyorsun, bir kimseyle mücadele etmek için onu tanımak gerekir Tanıyabilmek için de hakkında birtakım bilgilerin olması lazımdır. Gözle görülür bir hareketliliğin yaşandığı aşikâr. Şehir merkezinde bile kara çarşaflı kadınların sayısında patlama var, camiler tıklım tıklım, hem de genelini çocuk ve gençler oluşturuyor. Okullarda; Allah’a, İslam’a, mukaddes değerlere dil uzatanlara nasihat edilip ikaz ediliyor. Dik kafalılık yapanlar ise gerektiğinde dövülüyorlar. İnançlarına göre, ‘Hz. Peygamber ve ailesine hakaret edenler -tevbe etseler bile- öldürülmelidirler’ anlayışına sahipler. Zaten bu anlayışlarını da pratiğe döküyorlar. Çünkü son zamanlarda öldürülen bazı kişilerin İslam düşmanı veya İslam’ın aleyhinde çalışan insanlar olduğu, dolayısıyla Hizbullah Örgütü tarafından öldürüldüğü sonucuna vardık. Buna rağmen ‘işte bu Hizbullahçıdır.’ diyebileceğimiz kimseyi bulamıyoruz. Var ile yok arası bir şey. Etkisi var, hissediliyor, ama kendisi, yani cismi yok.”
 

İsmail Bey, Cumali Bey’in anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş, duyduklarını epey ilginç bulmuştu. Raporunda belirttiği hadisenin de böylesi bir olay olabileceğini düşündü. Cumali Bey’in söyledikleri, okulda vuku bulan meseleye açıklık getiriyordu, ama henüz kesin değildi. Cumali Bey sözünü bitirince, İsmail hoca sözü aldı:
 

“Elimdeki raporun ek bölümünde de böylesi bir hadise var Cumali abi. Yeni gelen din dersi öğretmeniyle alay eden öğrencileri ikaz eden bazı öğrencilerden bahsetmişim. Bunlar, okulun çalışkan öğrencilerinden, olgun, efendi ve din dersi öğretmenleri gibi dini bilgileri ve genel kültürleri iyi olup çokça kitap okuyan gençlerdir. Ama bunlar Hizbullahçı mı, değil mi, bilmiyorum. Zaten yeni gelişen bir hadise... Henüz detaylı bir araştırma yapmamışım. Ama benim anlamadığım bir şey var abi. Diğer örgütler, faaliyetlerinde örgüt ismi kullanıyor ve açıkça örgüt adına ya da örgütü övücü mahiyette slogan atıyorlar. Eğer bizim okuldaki hadise veya senin anlattığın diğer okullardaki kavgalara karışanlar Hizbullahçı iseler, niçin örgüt ismi kullanmıyorlar?”
 

“İşte bu yüzden de işimiz zor ya!.. Hiç bir faaliyetlerinde örgüt ismi kullanmıyorlar. Var, ama yoklar. Bu yüzden onların varlıklarını ortaya çıkarmamız, ne menem şey olduklarını anlamamız lazımdır. Bir örgüt ne kadar gizliyse, o kadar tehlikeli demektir. Ayrıca bunlar İslamcı bir örgüt. Düşünsene İsmail! Bunlar rahat çalışsalar, Şeriatı gümbür gümbür getirirler. Bu da laik, demokratik ve çağdaş devletimizin gericilerin eline geçmesi demektir. Anlıyorsun değil mi İsmail?”
 

“Hem de çok iyi anlıyorum abi!”

“O halde elinden geleni, üzerine düşen vazifeyi titizlikle yerine getirmelisin.”

“Ben her zaman emre amadeyim abi, bunu biliyorsun. Bana görevimi söyle, gerisine karışma.”

“Sağ ol İsmail. Senin gibi vatan aşıkları olduğu müddetçe, devletimiz ilelebet payidar kalacaktır.”

“Beni mahcup ediyorsun abi...”
 

“Biliyorsun İsmail, her hareketin dinamik gücü, genelde lise ve üniversite öğrencileridir. Bunların tespitiyle Hizbullah’ın yapısına ulaşabiliriz. Bunun için de sana çok iş düşüyor. Kendi okulunda bulunanların işi zaten kolay. Bunun dışında diğer okullarda bulunan tanıdık ve ülkücü camiadan olan öğretmen ve memurlarla temasa geçip onlardan bilgi almaya çalışacaksın. Ayrıca üniversitede okuyan hemşehrilerin ve ülküdaş öğrencilerle temasa geç. Zaten okulundan mezun olan ve şimdi üniversitelerde okuyan eski onur kolu  (İsmail Bey, müdür yardımcılığı boyunca onur koluna kendisiyle beraber çalışabileceği, yani kendi amaçları doğrultusunda kullanabileceği özellikteki öğrencileri almıştı.)öğrencilerinle temasının sürüyor olması lazım. Öyle değil mi?”
 

“Tabi tabi. Orasını merak etme.”

“Tamam. Saydığım bu insanların hepsiyle temasa geçmen, artık senin profesyonellik alanın. Bu konuda sana yol gösterecek değilim. Bu kişilerden namaz kılanları, camiye gidenleri, İslami tebliğ ve propaganda yapanları, az evvel anlattığım nedenlerden dolayı kavgaya karışanları tespit ettir. Bunları haftalık olarak faaliyet raporunda belirtmeyi unutma. Bu kişilerden özellikle son sınıfta okuyanlardan eğlenmeye ya da eğlendirilmeye müsait olanları belirleyip çiftliğe götür. Çiftlikte, onları ürkütmeden yavaş yavaş ahlaki olarak bozmaya çalış. Bu arada işimize yarayacak olanlara yani yetenekli olanlara oltanı atmayı unutma.
 

Ahlaki yozlaştırma konusuna özellikle ağırlık vermelisin İsmail. Çünkü bu müslüman gençler, senin bildiğin, alelâde marjinal örgüt mensuplarına benzemez. Bunları ahlaki olarak çöküntüye uğratıp akidelerinde tahribat yapmadan kendilerinden tam olarak istifade edemeyiz. Aksi halde, en iyi ihtimalle belki kısa bir müddet istifade etmeyi başarabiliriz, ama saygı duydukları bir örgüt mensubu, kendileriyle bir-iki saat konuşursa, yine dönüş yapıp bizden kaçacaktır. Bize bağlı kalmalarının tek yolu, ahlaki yozlaştırma metodudur. Bunu unutma.”
 

“Tamam abi, ben elimden geleni yapacağım. Bu arada sen de, ben haber verdikçe, sivil elemanlarını bana gönder. Ben, tespit ettiğim kişileri pencereden onlara gösterir, tanımalarını sağlarım. Hatta görevliler odamda iken, öğrencileri bir bahaneyle odama çağırıp daha yakın bir mesafeden görmeleri için zemin hazırlarım. Görevliler kendilerini tanıdıktan sonra, okul çıkışlarında, müsait yerlerde kendilerini arabaya alsınlar ve birlikte çalışma teklif etsinler. Birlikte çalışma, yani muhbirlik yapmaları karşılığında, kendilerine üniversite kazandırmayı, eğer üniversite sınavlarını kazanamasalar bile bir işe yerleştirmeyi vaad etsinler. Dersleri zayıf olanlara da yardımcı olacaklarını, sınıf geçmelerinin garanti altına alınacağını taahhüt etsinler. Arkadaşlar kendi işlerini daha iyi bilirler, ama bana kalırsa, vereceğimiz bilgiler doğrultusunda gözaltına alma ve cezaevine atma ile gözdağı da verebilirler. Korkutma ve vaatler birleşince ortaya sevindirici ürünler çıkar.”
 

“Tamam, ama elini çabuk tut. Bir de raporlarında bildireceğin kişilerin bilgilerini; yani maddi durumu kötü, dersleri zayıf veya kalacak yer sorunu olanları özellikle belirt. Tabii sen bunlara durumlarına göre yardımcı olacaksın. Senin imkânlarının el vermediği durumlarda devreye biz girer işi hallederiz. Tabii onlar yine senin yardım ettiğini bilecekler. Onlarla aranda bir samimiyet oluşsun. Ondan sonrası senin profesyonellik alanın. Yani hem bilgi edinme, hem de adam kazanmayı kast ediyorum. Sanırım anlatmak istediğimi anlıyorsun İsmail.
 

Bir örgütü çözmek için en etkili iki yol vardır. Birincisi, kendi adamını aralarına koymak; ikincisi ise onlardan adam kazanmaktır. Birinci yol hem uzun, hem de tehlikelidir. Ayrıca aralarına sızmak için bile olsa, haklarında yeterince bilgi sahibi olmak lazımdır. Ama ikinci yol; eğer dikkatli olunur ve kanca takılacak adam iyi seçilirse, daha kolay ve neticeye daha çabuk ulaştırır. Bu konuda sana güveniyorum. Tez zamanda bizim için çalışacak Hizbullah elemanı kazan. Tamam mı İsmail?”
 

“Anlaşıldı abi, sen merak etme.”
 

“Bak İsmail, özellikle kendi okulunda onlara yakın olduğunu, namaz kılanlara sempati duyduğunu hissettir. Fakir olanları ücretsiz olarak dershaneye göndermeye çalış. Yani seni kendi sempatizanları olarak bilsinler. Oltaya iyi yem tak ki, yağlı balık çekebilesin. Yalnız dikkat et, seni de oltayla beraber çekmesinler. Bir dostumu kaybetmek istemiyorum. Yoksa çok üzülürüm.”
 

“Merak etme abi, bunlar benim işim. Bunu ilk kez yapmıyorum. Neredeyse bu işlerin kurdu oldum. İstersen kitabını bile yazarım alimallah. Ne demişler? Bana güven, gerisini merak etme sen.”
 

İsmail Akışık bunları söylerken göğsünü kabartmış, elini sertçe göğsüne vurmuştu. Bu haliyle çok yapmacık görünüyordu. Aslında korkuyordu, ama bu korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Her ne kadar para alıyorsa da, kendisini devletin gönüllü bir neferi sayıyordu. Ona göre devlete gönül verenlerin korkması yakışık almazdı.
 

“Evet İsmail, görevini anladın. Aman gözünü seveyim elini çabuk tut. Yoksa müdürün elinden çekeceğimiz var. Adam burnundan soluyor. Kısa sürede elimize biraz bilgi geçsin ki, müdürü bir müddet sakinleştirebilelim.”
 

“Tamam abi, tamam. İşin önemini kavradığım için elimden geleni yapacağım. İkide bir hatırlatmana gerek yok.”

“Peki öyleyse. Bu konuda başka diyeceğin yoksa getirdiğin raporları inceleyebiliriz.”

İstihbarat şube müdürü, bir yandan İsmail hocanın raporlarını inceliyor, bir yandan da karşılıklı sohbet ediyorlardı. Bir müddet böyle devam etti. Sonunda İsmail Akışık kalkmak için izin istedi.
 

“Abi müsaadenle artık kalkayım.”

“Ne acelen var? Bugün cumartesi. Hadi gel birlikte çıkalım. Sana bir yemek ısmarlayayım.”
 

“Bak buna hayır demem işte. Seni her zaman böyle cömert yakalayamam.”
 

Gülüştüler. Birlikte çıkıp lüks bir lokantada öğle yemeği yediler. Ardından İsmail Akışık, Cumali Bey’i tekrar emniyet müdürlüğüne bırakıp evine doğru gitmek için gaza bastı. Yolda Cumali Bey’le konuştuklarını düşünüyordu. İşi pek kolay olacağa benzemiyordu, ama kendisinin sağ görüşlü öğrencilere daha yakın olarak durduğu biliniyordu. Bu onun için bir avantajdı. Zaten müdür başyardımcılığına da bu durumu sebep olmuştu.
 

Devletin en önemli politikalarından biri yine uygulamaya koyulmuştu. Bu politikaya göre, sol görüşün hakim olduğu okullara sağcı yönetim; sağ görüşün hakim olduğu okullara da solcu yönetim atanıyordu. Bu, denge politikasıydı ve devlet bu politikayı gayet ustaca yürütüyordu.
 

Bir an geçmişini düşündü. Bu seviyeye gelmek için ne badirelerden geçmişti... Kendisi daha ortaokul öğrencisi iken ülkücülere takılmış, bu beraberliğini lisede de devam ettirmişti. Hatta lisede iken memleketi dışında okuduğu için ülkücü camiaya bağlı pansiyonlarda kalmıştı. İstihbaratla ilişkileri de bu dönemde başlamıştı. Yani bir nevi çekirdekten yetişme denilebilirdi. Üniversiteyi Kayseri’de okumuştu. Üniversitede okuduğu yıllarda aktif olarak istihbarata çalışmış, başarılı bir grafik çizmişti. Zaten üniversiteyi de istihbarattan kendisine bağlanan paralarla okuyabilmişti. 1980 askeri darbesinden sonra da söz konusu denge politikası gereği, askeri yönetim ve istihbaratın işbirliğiyle Ahmet Arif Lisesi’ne atanmıştı. Lise dönemlerinden bu yana sol kesime karşı yaptığı ajanlığı, şimdi başka bir mecraya kaymıştı. Yani ajanlığı bundan böyle, kendisinin yakın durduğu, hatta evliliğini de yine görev gereği bu çevreden yaptığı sağ görüşlü kesime, bunun da ötesinde, Cumali Bey’in çok tehlikeli olarak addettiği Hizbullah Örgütüne karşı olacaktı. “Kader!” dedi kendi kendine. “Bakalım kader bizi nereye doğru götürecek?!..”
 

 



Paylaş

 Yukarı git 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol